4. Bölüm: ASLAN KRAL






4.BÖLÜM: ASLAN KRAL

ASLAN KRAL

Yalnızlıktan bunalmıştım hayatımda her şey üst üste gelmişti. Evin ve ailemin tüm sorumluluğu bir anda üzerime binmişti. Kendime bir kaçış noktası yüzümü güldürecek bir şeyler arıyordum. Sözde bu arayışı depresyona girmemek için yapıyordum ama meğer çoktan depresyon denen uçurumun kenarında dolaşmaya başlamışım da haberim yokmuş.

Ne yapacağımı, kiminle konuşacağımı hiç bilmediğim ve artık çözüm bile aramaya gücümün olmadığı günlerden geçiyordum. Evdeydim oturup kalmıştım, çaresizce birinin gelip “Seni anlıyorum Aylin. Hadi kalk, her şeyi düzene koyman için sana yardım edeceğim” demesini bekliyorum ve kimse gelmiyordu.

Tüm gün elimde telefon ve bilgisayar takılırken bir gün üniversiteden tanıdığım Ali’yle mesajlaşmaya başladık. Hoşuma gidiyordu çünkü uzun zamandır karşı cinsten biriyle bu kadar keyifli sohbet etmemiştim. Mesajlaşmaktan nefret eden ben iki üç saat aralıksız mesajlaşır hale gelmiştim. Ali, artık eski tanıdığım kişi değildi büyümüştü, olgunlaşmıştı ve sohbetlerimiz her geçen gün uzuyordu. Aynı filmlerden ve aynı kitaplardan hoşlanıyor saatlerce bunlar hakkında konuşabiliyorduk.

Birlikte vakit geçirmeye başladıkça ondan daha çok hoşlanmaya başlamıştım ama ne uzuyor ne kısalıyorduk. Bir türlü ilişki ilerlemiyordu. O işinden dolayı farklı bir şehirdeydi bu yüzden ilişkiden kaçındığını anlıyordum ama sabrımın doruklarına gelmiştim.

Ben sağını solunu toparlamaya çalıştıkça dağılıp duran bir hayatım vardı ve bir de üstüne aşk hayatımda belirsizlikler olmasını çekemez hale gelmiştim. Bu durum beni daha da mutsuz etmeye başlamıştı. Onun dengesizliklerini çekemiyordum. Uzaklaşıyordum ve kendi kendime “Tamam kızım, bu defa yırttın” diyordum ama Ali pat diye arıyordu ve her şey başa dönüyordu. Tam bir kısır döngüye hapsolmuştum.

Aynı dönemlerde bazı ufak tefek sağlık problemlerimde ortaya çıkmıştı. Problemler ufak tefekti ama psikolojimi doğrudan etkiliyor ve vücudumun form değiştirmesine sebep oluyordu. Kısa sürede vitaminler, takviye edici gıdalarla ve sağlıklı beslenme ile durumum yola girdi. Toparlanmaya ve hatta kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Doktorum ise iyileştiğimi ve iyi hissettiğimi gördüğünde “Dışarı çık, eğlen gez, sevgilin olsun, olmadı mı? Birileriyle takılmayı öğren, sadece takıl yahuuu… Sen etrafına bakmadıkça göremiyorsun. Hayatın sorumluluklarını bir kenara bırak çünkü sen wonder woman değilsin, her yere yetişemezsin. Ailenin ya da başka insanların hatalarının sonuçlarını sen ödemek zorunda değilsin. Başkalarının sorumluluklarını sırtında taşımak zorunda değilsin. Düşünmeyi bırak ve şunu unutma, stres ile üzüntü seni diğer insanlardan daha çok etkiliyor. Eğer strese girersen her şey tekrarlar. Sadece düm düz yaşa, düşünme kızım” dedi.

Doktorun bu konuşmasını uzun uzun düşünüp durdum ve içimde ufak ufak bir mutluluk ateşinin yanmaya başladığını hissettim. Canım arkadaşım Mellon’umu aradım ve onunla buluştuk.

Mellon’a doktorun dediklerini ve Ali’yi anlattım. Mellon, doktorun söylediklerini duyunca hak vererek hiçbir şeyi kafama takmamam konusunda nasihatlerini sıraladı ve sonra Ali ile aramızdaki ilişki için “Aylin, bu çocuk ne uzar ne kısalır, senin yeni birini bulman lazım. Çocuğu sevmiyorsun bile sadece alışkanlık oldu ve konfor alanından çıkmaktan korkuyorsun” dedi.

İtiraz ettim. “İyi ama yeni birini nasıl bulacağım? Hem ben hiç tanımadığım bir adama kendimi al baştan anlatacak gücü şu an kendimde görmüyorum uğraşamam. Ben yorgunum. Bak, Ali beni tanıyor ona kendimi anlatmama gerek yok. Her şey hazırdı, armut pişecek ağzıma düşecekti ama bir türlü düşemedi.”

 

Mellon kızmıştı. “Öyle her şey armut piş ağzıma düşle olmuyor. Hem deli misin sen? Tamam, sıkıntılı günlerinde çocukla konuştun, eğlendin bitti. Adamı sevmiyorsun ama üzülüyorsun, olmaz bu böyle! Senin bu boşluk modundan çıkman gerekiyor. Senin gerçek bir şeyler yaşaman gerekiyor. Sen böyle değildin.”

“Mellon’um denedim sanki bilmiyor gibi davranma. Hatırlasana bir tane avukat vardı. Çocukla konuşmayı istemedim, dayanamıyorum. Ne o öyle yılışık yılışık konuşmalar…” Biraz düşündükten sonra ekledim. “Eee sonra üniversitede doktorasını yapan çocuk vardı. O da her sabah günaydınlar her an mesaj atmalar falan. Gelemiyorum arkadaşım ben o kadar sıkıntıya, birisi sevgili moduna girer girmez kaçasım geliyor.”

“Ama Ali’den bir adım bekliyorsun?”

Omuzlarımı silktim. “Bilmiyorum, belki uzakta diye istiyorum. Çok yılışıklık yapamaz. Ya da onu zaten tanıyorum ve o da beni tanıyor. Güvenilir olduğunu biliyorum, o da beni biliyor. Ali ile ilgili dürüst mü? Değil mi? Diye düşünmeme gerek kalmıyor. Rahatım.”

Mellon, “Yani konfor alanından çıkmadan her şey olsun istiyorsun” dedi ve başını beni onaylamayarak iki yana salladıktan sonra telefonunu çıkarttı. “Bir uygulama var. Bak bu işte” Telefonunun ekranını bana gösteriyordu. “Diğer uygulamalar gibi değil. Herkes sana mesaj atamayacak, ilk sen mesaj atabiliyorsun. Şimdi telefonunu ver. Bu arkadaşlık uygulamasını sana da indireceğiz”

“Ben kimseye al baştan kendimi anlatamam diyorum ve sen bana ne diyorsun? Hem hayatta konuşamam öyle tanımadığım adamlarla ben… Ben yüz yüze tanıştığım adamlara güvenemiyorum, internetten tanıştığım adamla ne yapacağım? Çıldırdın mı?”

 

Ben daha konuşmamı bitiremeden arkadaşım aniden telefonumu alıp arkadaşlık uygulamasını indirdi ve profilimi oluşturup fotoğraflarımı yükledikten sonra telefonumu bana geri uzattı. “Al bakalım, şimdi üşenmek yok ve buradan birini bulana kadar şansını denemeyi bırakmayacaksın. O ne uzayan ne kısalan geri zekalıyı da takıntı yapmaktan kurtulacaksın.”

 

Uygulamayı incelemeye başlamıştım. Bir sürü adam vardı, ekranı bir sağa bir sola kaydırıyordum. Beğendiklerin sağa, yok sol muydu? Hatırlayamadım soldu galiba. Neyse biz sol diyelim. Beğendiklerimi sola, beğenmediklerimi sağa kaydırıyordum. Kısacası mal seçer gibi erkek seçiyordum ve on dakika sonra midem bulanmaya başlamıştı. Çünkü birileri de aynı benim yaptığım gibi mal seçer gibi beni seçiyordu. Kendimi dünyanın en saçma işini yapıyormuş gibi hissediyordum. Arkadaşlık uygulamalarını kullanmak inanılmaz ezik bir durum gibi geliyordu.

 

Telefonu bırakıp, “Yok ben yapamam. Bu çok saçma” dedim.

 

“Hayır, yapacaksın. Konuş ya! Sadece konuşacaksın insanlarla, uyuzluk yapma. Vallahi ben seninle konuşmam!”

 

Uzun uzun tartışmalar sonucu Mellon beni ikna etmeyi başarmıştı. Yalnız kaldığım zamanlarda uygulamayı açıp bakınmaya başlamıştım. Abuk sabuk tipler vardı. Naber, nasılsın sorusundan hemen sonra tatile gideceğim benimle gelsene ya da hadi seni alayım geceleyelim gibi cümleler kuruyorlardı. Sinir oluyordum. Bu samimiyetin, bu hadsizliğin sebebini anlamaya çalışıyordum ama anlayamıyordum. Söz vermiştim Mellon’a, illa biriyle konuşacaktım ve uzun uğraşlar sonucunda konuşulabilir üç adamla mesajlaşmaya başladım. Akıllı adamlardı ve sohbet keyifliydi. Bir tanesi uzun bir sohbetten sonra boşanma arifesinde olduğunu söyleyince anında onu şutladım. Boşanma arifesinde olduğum bir kocam olsaydı ve bir kadınla konuşmaya başlasaydı inanılmaz rahatsız olurdum. Bu yüzden muhabbeti her ne kadar güzel olsa da çocukla iletişimimi anında kopardım.

 İkinci adam kahve içmek istediğini söyledi, kabul ettim. Yüz yüze tanıştık, iyi birine benziyordu ama asla uygun değildik. Tamamen farklı tarzlarımız vardı. Gerçi o beni beğendiğini belli etmiş ve sonraki günlerde her sabah günaydın mesajlarına boğmuştu beni ama sonuç değişmedi. Onunla da iletişimi kesmiştim fakat sessizce sosyal medya hesaplarımda kalmaya devam etti.

Mellon, ikinci adamla bir kez daha görüşmem için çok ısrar etmişti ama “Olmaz, sonuç değişmeyecek. İlk görüşte bir şey hissetmediysem olmuyor” diyerek Mellon’un baskılarını üstümden kaldırmıştım.

Uygulamaya sık girmemeye arada sırada akşamları bakınmaya başladım ve bu üçüncü adam olan Kerem ile sıkılmış olduğum bir anda konuşmaya başladık. İlk konuşmamızda uygulamadaki tiplerin dedikodusunu yapmıştık ama bugün anlıyorum ki yeterince dürüst olmamış. Neden mi? Eee hikâyenin sonunda öğrenirsin sürpriz… Güzel okuyucum unutma bu hikâyenin ‘Çok Sevgili Bazı Sahte Gerçekler’ adlı kitapta olmasının bir nedeni var. Hadi, hadi ama hikâyeye devam edelim.

Kerem çok eğlenceliydi, özellikle dedikodu kısmında ve onun kızlarla uygulama üzerinde konuşmaya başlayıp buluştuğundaki hayal kırıklıklarını dinlerken çok eğleniyordum. Uygulamayı yeni kullanmaya başladığım için bende çok dedikodu yoktu ve onun anlattıklarını dinlemek eğlenceliydi ama hikayelerinde sansürlediği kısımlar olduğunu hissediyordum ve sık sık onu sıkıştırdım. Lakin tüm çabama rağmen sansürlerini kaldırmadı.

Anlattığı hikayelerden iki tanesini çok net hatırlıyorum. İlk hikâye onun kızların genelde bu arkadaşlık uygulamasını egolarını tatmin etmek ve instagram hesaplarına takipçi toplamak için kullandığını söylemesiyle başladı. Kerem’e neden böyle düşündüğünü sorduğumda ise bana mesajlaşmasının bir ekran fotoğrafını attı. Whatsaptan kıza bir pazartesi sabahı “Güzel bir gün geçirmenizi dilerim efenim” yazmış. Kız ise ona “Günaydın. Sağ ol” demiş. Eee tabi haliyle bizim Kerem’de sağ ol lafına bozulmuş ve gülmüş sanıyorum kıza bir daha da yazmamıştır. (Fakat hikâye o kadar anormalleşecek ki sandıklarınız sanmadıklarınıza dönüşecek… Bu satıları hafızalarınızda iyi saklayın.)

Gelelim Kerem’in unutmadığım ikinci hikayesine… Kerem, bir başka kızın muhabbetini çok sevmiş fakat kız ile bir ilişki başlatmak istememiş bu yüzden kızla arkadaş kalmak istemiş. Kız ise “Bence ikimizin de yeterince arkadaşı var. Hoşça kal” demiş.

Bunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü iki insanın birlikte iyi vakit geçirdikten sonra arkadaş kalamayışı beni hep hüzünlendirir bu yüzden kızın arkadaşlık teklifini kabul etmeyişini anlamamıştım. Kerem’e aynen şöyle dedim. “İyi insan bulmak zor. İnsan kazanmak da zor ve insan kaybetmek çok kolay. İnsan eğer gerçekten karşısındaki kişinin iyi birisi olduğunu düşünürse neden arkadaş kalmasın? Bu çok saçma”

Kerem, “Yok kızlar arkadaş kalamıyorlar” dedi ve o da bu durumun aslında rahatsız edici olduğunu savundu.

“Saçma, ben arkadaş kalırım. Hiçbir eski flörtüm ya da sevgilimle küs ayrılmadım. Hepsiyle görüşebilirim” diye karşılık verdim.

Kerem bana ne kadar inandı bilmiyorum ama bu söylediklerim doğruydu. Birlikte eğlenebildiğim, sohbet edebildiğim her şeyden önce iyi bir insan olduğuna inandığım kimseyi kaybetmek istemem. Hayatımın hep bir köşesinde o iyi insanların olmasını isterim. Aksi takdirde o iyi insanları kaybedersem vaktimi boşa harcamış hissediyorum. O insanı tanımak için geçirdiğim zamanı, onunlayken edindiğim tecrübeleri, öğrendiklerimi hepsini kaybetmiş gibi oluyorum. Ortak bir hatıramıza geriye dönüp baktığımızda birlikte kahkahalar atıp gülemiyorsak o vakit boşa geçmiştir ve benim vaktim değerli hiç kimse benim vaktimi boşa harcayamaz.

Ayrıca ben insanlara değer veriyorum. Aşk yaşayamadık diye iyi bir insanla görüşmeyi kesecek kadar da medeniyetsiz değilim. Herkes herkesi aynı ölçüde sevecek diye bir şey ne kadar üzücü olsa da yok. Bu yüzden iyi anlaştığın biriyle arkadaş kalınamaması durumu bana çok çocukça geliyor. En azından vaktin boşa geçmediğinin kanıtı olarak kurulan o iletişim ve sevgi bağının arkadaşlığa dönüşebilmesi gerekiyor. Böylece etrafında güvendiğin ve sevdiğin insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Üstelik yaşadığımız çağı düşünürsek ve iyi bir insan bulmanın zorluğunu göz önünde tutarsak küsmek ile kavga etmenin ne kadar saçma sapan bir şey olduğunu görebiliriz.

Hem bir insanın iyi ya da kötü olduğunun tek göstergesi kadın-erkek ilişkilerindeki tutumu olmamalı. Bir insan sevgili ilişkilerini iyi yürütemiyor ve hata üstüne hata yapıyor olabilir fakat arkadaşlık ilişkilerinde de tam tersine inanılmaz güvenilir, dost canlısı olabilir. O yüzden kadın veya erkek fark etmez, bir insanın iyi veya kötü olduğunu sadece gönül meseleleri üstünden değerlendirmek bana pek doğru gelmiyor. Tabi ki bunu uçlarda yaşayan, aşırı agresif ve size hem fiziksel hem de psikolojik şiddet uygulayan, manipülasyon yapan kişiler için demiyorum. Normal insanlar için diyorum.

Bir adam veya kadın ilişki içerisindeyken size kendinizi iyi hissettirmiyorsa muhtemelen tek suçu sizin onu sevdiğiniz kadar onun sizi sevmeyişidir. Sırf bu yüzden de bir kişiye sosyal hayatını da kapsayarak “kötü bir insandı” demek bana birazcık haksızlıkmış gibi geliyor.

Kerem’e bu kadar ayrıntılı olmasa bile düşüncelerimi söylemiştim ve o da bana “kızlar genelde senin gibi düşünmüyor istediklerini elde edemediklerinde hakarete bile başlayabiliyorlar” dedi ve uzun uzun anlatmaya devam etti. Yine şoklar içinde onun anlattıklarını dinlemiştim.

Nedendir bilinmez bu iki olay hafızamda ilk günkü gibi taze ve bugün dönüp baktığımda anlıyorum. Bu iki hikâye yüzünden onu kendime benzetmiştim. Ben fark edemesem de bilinçaltım Kerem’in vaktimi boşa harcamayacak bir adam olduğunun sinyallerini almıştı. Onunla konuşmaya devam etmeye karar vermiştim. İlişkimiz olması şart değildi, arkadaşım olarak hayatımda kalabilecek bir yapısı vardı.

Sohbetimiz devam edip dedikodu yaparken birdenbire “Neden bu uygulamadasın?” diye sordu.

Ona, belirsizliklerle dolu bir ilişkiden beni uzaklaştırmak için arkadaşımın uygulamayı zorla indirdiğini özetle anlattım ve ben de ona sordum. “Sen neden buradasın?”

Uzun süreli ilişkisi yeni bitmiş ve arkadaş çevresinin dışında birileriyle iletişime geçmek istemiş üstüne üstlük ona bu fikri veren kişi de psikoloğuymuş. “O kadar uzun süredir birlikteydik ki onun arkadaşları benim, benim arkadaşlarım onun oldu. Ne yapsam ona haber uçuyor. O yüzden yeni insanlar tanımak istedim” demişti.

Aslında dürüstçe verilmiş bir cevaptı ve günümüzde zor rastlanacak bir samimiyet ile durumunu anlatmıştı ama bu benim sinirlerimin bozulmasına engel olamamıştı çünkü adam kendine yara bandı arıyordu. Ben zaten kendimi yeni insanlara anlatmaya yoruluyordum ve tam ‘işte beni yormadan sohbet eden bir adam buldum’ diyordum ama karşımdaki kişinin sadece yara bandı olabileceğimi öğreniyordum.

Koşarak kaçmak istedim fakat Kerem o kadar samimi kuruyordu ki cümlelerini kaçamadım. Bir süre daha sohbete devam ettim ve kibarlığı da elden bırakmadan kaçmanın bir yolunu bulup muhabbeti kestim.

Uzun süre yazmadı ve ben de yazmadım, açıkçası aklıma bile gelmemişti. Sonra aradan bir hafta ya da on gün geçtikten sonra bana mesaj attı. Tekrar sohbet etmeye başladık. İnstagramlar alındı, muhabbet oldukça akıcı ve tatlı ilerledi, telefon numaraları alındı. Derken bir gün buluşma kararı verildi.

Buluşma kararı verilir verilmez Mellon’u aradım ve ona durumu anlattım. Arkadaşım her zamanki gibi beni gazlamaya başlamıştı ama benim buluşmaya gitmeye hiç niyetim yoktu. İnanılmaz isteksizdim. Mellon, “Muhabbeti güzel ve kendi de hoş birine benziyor, demedin mi sen?” diye sordu.

“Yahu tipini soruyorsan, tipim olduğu pek söylenemez. Muhabbeti ise gerçekten keyifli ama kimsenin yara bandı olamam. Hem ayrıca bilmiyorum, ben…”

“Aylin!” diye bağırdı. “Git ve çocukla bir yemek ye lütfen.”

“Yemek yiyelim ama yemekten sonra nereye gidip dans edebiliriz, nerede içebiliriz gibi gibi sorular sordu. Ben salak mıyım? Av-avcı modelini bilmiyor muyum?” diye karşı çıktım.

Arkadaşım asla geri adım atmayarak beni ikna etti. “Aylin, canım arkadaşım. Yemek yiyin ve sevmezsen, yılışık çıkarsa eve gidersin ya da seversin bara dansa gidersin. Barda da hoşuna gitmeyen bir şeyler olursa yine evine dönersin. Ne olacak?”

Söyledikleri mantıklı geldiği için Kerem ile buluşmaya gittim. Hatta buluşma günü randevu saatine geç kalacağım endişesiyle taksiye binip Suadiye’de buluşacağımız mekâna gittim. Ne orostopolluk ama… Hem buluşmak istemiyorum diyordum hem de Kerem’i bekletmemek için taksilerle mekâna gidiyordum. Sanırım Kerem ile ilgili kendi içimdeki ilk çelişkim ve orostopolluğum buydu.

Mekâna gittiğimde Kerem henüz gelmemişti. Ben onu bekletmekten korkmuştum ama o beni bekleterek beni bekleyen tarafa geçirmişti. Cumartesi günü olduğu için trafiğe takılmıştı onun da isteyerek yapmadığını düşünerek sakince boş bir masaya oturup onu beklemeye başladım. Ne kadar süre beklediğimi hatırlamıyorum ama birçok kez kalkıp eve dönmeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Yanlış anlamayın, geç kaldığı için kızmamıştım sadece yeni biriyle tanışmayı gerçekten istiyor muydum ona emin olamıyordum. Lakin kalkıp eve dönmedim, adam yola çıkmış trafikte takılıp kalmıştı ve benim eve dönmem inanılmaz büyük bir terbiyesizlik olurdu.

Kararımı vermiştim düğmeye basacaktım. Beynimin içinde bir düğme var, stres altındaysam ya da istemediğim bir şeyi yapıyorsam düğmeye basıyorum. Düğmeye bastığım andaysa olabildiğince vurdumduymaz, sadece ben merkezli, istediği gibi hareket eden, karşımdaki kişi veya kişilerin hakkımda ne düşündüğünü önemsemeyen, tamamen içi neyse dışına da o olan Aylin ortaya çıkıyor. Kimileri ‘düğmeye basıyorum’ dediğimde rol keseceğimi düşünür ama maalesef bendeki düğme öyle çalışmıyor. Zaten rol yapmak çok anlamsız değil mi? Kendinizi rahatlatmak istiyorsanız olabildiğince kendiniz olmalısınız ve karşınızdakinin sizin için ne düşündüğünü önemsememelisiniz. Bu şekilde gerçek yüzünüzü gösterdiğinizde karşınızdaki kişi de sizi tekrar görmek isteyip istemediğine karar verecek. Karşınızdakinin karar verme süresi bu sayede kısalacak ve sizde bir kez kendiniz gibi olduğunuz için bir daha asla rol yapmak zorunda kalmayacaksınız. Böylece her şey kısa, öz, samimi, sahtelikten uzak ve temiz ilerleyecek. Tavsiye ederim deneyin.

Mekânda belki bir saate yakın beklemiştim ve sonunda uzun boylu kumral bir çocuk çıka geldi. Hoştu, kimi kızlara göre yakışıklı denilebilirdi ama benim için yakışıklı değildi. Boyu posu, ağzı, burnu, saçları, sakalları her şeyi çok düzgündü ve gerçekten hoştu ama yanakları vardı. Kemik suratlı adamlardan hoşlanan ben, sokakta Kerem ile karşılaşsam ona ikinci kez asla bakmazdım. Ayrıca sportmen görüntüsünün yanı sıra şaşırtıcı derecede hantal bir havası vardı. İki özelliğin bir arada olabileceğini hiç düşünmezdim. İlk başta iri yarı olduğu için öyle olduğunu düşünmüştüm ama kısa süre sonra Kerem’in içinde her şeye karşı var olan isteksizliğin hareketlerine yansımış olduğunu fark ettim. Tek problem içindekilerdi ve hep öyle oldu.

Karşıma geçip oturdu ve geç kaldığı için özür dileyip çok fazla trafik olduğunu anlattı. Umursamadım çünkü geç kalmasına hiç bozulmamıştım oysa uzun uzun trafiği anlattı. ‘Kızmadığımı daha kaç kez söylemeliyim’ acaba diye içimden geçiriyordum ve diğer kızlar acaba böyle şeylere bozuk mu atıyor diye kendi kendime soruyordum. Hatta bir an ‘bende bozuk atmalı ve surat asmalı mıyım?’ diye düşündüm ama yapamazdım çok saçmaydı. Bir insan sizden özür diliyorsa surat asmanın ne anlamı var ki? Zaman değerli ve bu saçma sapan mevzulara harcanmayacak kadar değerli. Sonra garson geldi siparişler verildi, geç kalma konusu kapandı ve muhabbet başladı.

Sevimli bir gülümsemesi vardı. Güzel gülen insanları severim. Asla içinde kötülük taşıyan bir insanın güzel güldüğünü görmedim. Güzel gülmesi benim için önemliydi ve o sıcacık gülümsüyordu fakat gülümsemesine gölge düşüren bir durumu vardı. Gözleriyle, beyniyle her an her şeyi zihninde bir süzgeçten geçiriyordu ve bu durumda gülümsemesine istemsizce yansıyordu. Oto kontrolünü asla bırakmıyordu. Yadırgamadım çünkü sahtelik ve gerçekliği ayırt etmek isteyen insanlar böyle yaparlar. Sahtelik sevmeyen insanlar zor güvenir ve kendi süzgecinden her şeyi geçirip tahlil ederler. Genelde kalbi sıkça kırılmış insanlar tekrar incinmemek için yapar bunu ve Kerem’de onlardan biriydi, karşıma oturduğu ilk yarım saat içinde bunu anlamıştım.

Kendi kontrol düğmeme basmamış olsam ve kontrolümü bırakmamış olsam onun beyninin içinde yaptığı analizler esnasında gerilebilirdim. O beyninden geçirdiği düşüncelerin hiçbirinin anlaşılmadığını düşünüyordu bu yüzden onu suçlayamam çünkü beni tanımıyordu. Çünkü beni tanıyanlar bilir, tüm vurdumduymaz tavırlarıma rağmen küçük ayrıntılardan büyük sonuçlara ulaşırım. Kerem’in bu konuda beni hiç gerçekten tanıyabildiğini düşünmüyorum.

Kerem yemek boyunca sadece kendi anladıklarına, anlayabildiklerine odaklanmıştı ve ben onun gülüşünü, konuşmalarını, hareketlerini analiz ederken o benim farkıma hiç varmadı. Üstüne üstlük muhtemelen beni durmadan konuşan ve ona dikkat etmeyen biri olarak yorumlamıştı ama umursamadım. Ben bir kere kontrol düğmeme basmıştım onun ne düşündüğü değil benim ne hissettiğim önemli olacaktı. Ayrıca benim için böyle düşünmesi işimi kolaylaştırıyordu, nasıl mı? Onu daha rahat takip ediyordum. Gözlerini benden ayırmadan her şeyi takip ediyordu fakat bu arada mekandaki her şeyi de takip etmeyi ihmal etmiyordu. Kafasında tüm mekânın krokisini bile çizdiğine eminim.

Dikkati oldukça dağınıktı. Odaklanması zaman alıyordu hem rahattı hem de içinde bir şeyler onu huzursuz ediyordu. Şimdi diyeceksiniz ki ‘Hem dikkatli hem de dikkatsiz nasıl olunur?’ Oluyor işte, zaman ve mekandaki olan her şeyi takip edebiliyor olmak insanın beynindeki diğer düşüncelerin durduğu anlamına gelmez. Sadece diğer düşünceleri ara ara uzaklaştırmak yeterli olur ve bu da direkt dikkat dağınıklığı sınıfına sokar insanı, şimdi anladınız mı?

Bu tavırları esnasında ve konuşmalarında diğer fark ettiğim şeyse Kerem’in içinde ele avuca sığmayan ve dışarı çıkartılmayı bekleyen eğlenceli bir çocuğun olduğuydu. Kerem o neşeli çocuğu dışarı çıkartmamak için büyük çaba sarf ediyordu. Nedenini çözememiştim ama o neşeli küçük çocuğu sanki cezalandırıyordu veya çocuk baskılanmıştı. İşte size bir numaralı gizem, o neşeli çocuk neden baskılanmak zorundaydı?

Tüm bu analizler ve ölçüp biçmeler kafanızı karıştırmasın, tıpkı mesajlaşmalarımız gibi yemek yerken de onunla sohbet etmek hoşuma gitmişti. Yemekler bittiğinde Kadıköy’de oldukça gürültülü, müziğin yoğun olduğu, karanlık bir bara gitmeye karar verdik ve ben yemek yediğimiz mekândan ayrılmadan önce tuvalete gitmek için masadan kalktım o da beni mekânın kapısında bekleyecekti.

Tuvalete gittiğimdeyse sıra olduğunu gördüm. Sıra olması işime gelmişti çünkü düşünmek için zamana ihtiyacım vardı. Bara gitmeyi neden istediğini az çok tahmin ediyordum fakat ben istiyor muydum?

Onu hiç tanımıyorum? Gidersek ve ondan hoşlanmazsam ne olacak? Şimdi bile çok hoşlandığım söylenemez. Ayrıca onun arabasıyla gideceğiz. İyi araba kullanıyor mu? Tanımadığım birinin arabasına binmek ne kadar doğru olur? Gerçi inanılmaz sevimli bir gülümsemesi var. İçinde de bir çocuk yaşatıyor, kötü olamaz. Hem kendi semtindesin Aylin ne olabilir?

O an tuvaletteki kızlara baktım. En uzun boylusu bir elli beş civarındaydı ve hepsi kokoş kokoş süslenmek için ayna karşısında sıraya girmişti. Onların anlamsız telaşlarına gülümseyerek ellerimi yıkadım ve tuvaletten çıktım.

Tuvaletten çıktığımda bir çocuk gördüm, dikkatle bakmadım sadece uzun boylu olduğunu anladım. O tuvaletin kapısını gözetleyen çocuğa ikinci kez bakmadan içimden kahkahalar atarak ‘Kim bilir içerideki hangi kokoş, boyu bir ellilik kızı bekliyor? Hiç şöyle kapılarda bir doksanlık adam bekleten hatunlardan olmadın ya Aylin, bu utançta sana yetsin. Çocuğa bak! Sevgilini kaçırmazlar merak etme! Çıkar birazdan tuvaletten! İki dakika ayrı kalamıyorlar, milletin ne kıymetli sevgilisi var. Biz hiç kimsenin kıymetlisi olamadık vayyy beee’ diye kendi kendime söylendim.

Mekânın kapısına geldiğimde ise Kerem’i göremedim. Tam gitti mi acaba derken arkadan omzuma bir el dokundu ve “Aylin” dedi. Hızla arkamı döndüğümde Kerem’i gördüm. Kerem eşittir tuvaletin önünde bekleyen çocuk… Kerem’i tanımamıştım. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Çocuğun önünden hızla geçip gitmiştim. Onu tuvaletteki sevgilisini bekleyen zibidilerden birisi sanmıştım. Beynimden geçirdiğim düşüncelerimi duysa ne kadar utanacaksam aynen öyle utanmıştım. Kekeleyerek “Özür dilerim ben şey… Seni görmedim. Hiç yüzüne dikkat etmedim. Özür dilerim” dedim.

Kerem umursamadı zaten benimle ilgili pek bir şeyi umursayacağı izlenimi almamıştım ondan ve “Önemli değil, olabilir” dedi.

Durumu direkt espriye vurdum. “Bak gördün mü? Gözüm asla dışarıda değil, senin dışarıda kapının önünde bekleyeceğini düşündüğüm için içeride kimseye bakmadım bile”

Kerem hafifçe gülümsedi ve yine “Önemli değil” dedi.

Mekândan çıktık arabasının yanına gittik kapımı açtı ve ben arabaya bindim. Kapımı açması günümüzde öldüğü düşünülen centilmenliğin hala daha yaşadığının kanıtıydı ve bu Kerem’e ekstra ekstra on puan yazılması anlamına gelmişti.

Kendisi de koltuğuna oturdu arabayı çalıştırdı. İçimden durmadan ‘Aylin, emin misin? İçki içince içinden başka bir adam çıkmasın sakın bunun’ diyordum. Ve aniden o eşsiz notalar arabanın içini doldurdu, denizin maviliği gözlerimin önünde belirdi, burnuma o tuzlu suyun kokusu geldi, kalbimse hiç var olmamış aşkı için acı çekti. Ancak birkaç saniye sonra kafamı Kerem’e çevirip hayretle bakabildim.

“Ne oldu? Bir sorun mu var?” diye sordu.

Onun için bir rutindi, sıradan bir olaydı ve anlam verememişti. Nasıl kelimeleri toplayacağımı bilemedim ve sadece “Fado mu dinliyorsun?” diye sordum.

Bu neden bu kadar şaşırtıcı dercesine “Evet” dedi.

Lise yıllarımda tanışmıştım fadoyla ve en zor zamanlarımda ilk dinlediğim müzik türü olmuştu. Lise, üniversite falan derken bu zamanlara kadar gelmiştim. Portekizli denizciler denizlere açıldığında aylarca yıllarca ülkelerine geri dönemezlermiş hatta bazıları hayatlarını okyanusta kaybedip ülkelerine, evlerine ve sevdikleri kadınlarına hiç dönemezmiş. Okyanusa açılan denizcilerin eşleri ise onların ardından ağıtlar okurlarmış. İşte bu ağıtlara fado ismi verilmiş ve daha sonra bir müzik türü olarak dünyaya yayılmış. Hiç geri dönmeyecek olan denizciler için kendi kadınları tarafından söylenen aşk ağıtları. İçli, sıcacık ve adeta okyanusun esintisini taşıyan o notalar…

Dünyada merak ettiğim birçok ülke var bunların en başında da Japonya geliyordu fakat fadonun etkisinden dolayı ilk sırayı Portekiz alalı uzun yıllar oldu. Portekiz’e gitmek, parke taşlı sokaklarında yürümek, sıradan bir mekânda sıradan bir fado sanatçısını dinleyip, şarabımı yudumlamak ve sonrasında o ılık ilkbahar akşamında sokak lambalarının altında otelime doğru usul usul yürümek istiyorum. Tüm dünyayı arkamda bırakmış, o okyanusun ucundaki ülkede tek başıma, gecenin sessizliğinde içime okyanusun kokusunu çekerek yürümek. Sadece kendimle baş başa sakince, huzurla usul usul yürümek istiyorum.

Bu hayalimi bir arkadaşıma anlatmıştım ve bana “Çok romantiksin fakat her zamanki gibi içindeki öküzü öldüremiyorsun. Anlattığın gibi romantik bir akşamda neden kendini yalnız hayal eder ki insan?” diye sordu.

“Hiç kimseyle kendimi evlenmiş olarak hayal edemiyorum. Romantik olabilirim ama konu evlilik olunca inanılmaz gerçekçiyim. Bir evlilik teklifini kolay kolay kabul edebileceğimi hiç sanmıyorum. Tek bir tanesi dışında”

Arkadaşım söylediklerimin kendi sorusuyla alakasını anlayamamıştı ve merakla sordu. “Hangisi? Evlilik teklifi hayalin mi var senin? Oha hiç beklemezdim”

“Öyle bir hayalim yok ve hiç olmadı” dedikten sonra kısa bir süre düşündüm ve devam ettim. “Eğer ben Lizbon’a bir adam ile gidersem ve o adam gecenin bir yarısı, o parke taşlı yolda benimle birlikte yürürken evlilik teklifi etse anında evet diyebilirim. Hiç düşünmeden, hiç pişmanlık hissetmeden”

Arkadaşım şaşırmıştı. “Nasıl yani anlamadım? Öyle sıradan, yüzüksüz mü? Allah bilir düğün falan da yapmasın sen? Hem hiç düşünmeden de ne demek? Kafam karıştı.”

Gülümseyerek cevap verdim. “Düğün o gece işte. Ben bir adam ile Lizbon’a gitmişsem, o en özel anı, okyanusun ve müziğin buluştuğu o anı, o adam ile paylaşabilmişsem düğün çoktan olmuş demektir. Yüzükler çoktan takılmış demektir. O adam ile birbirimizin ruhuna dokunmuş hatta ruhlarımızı bir bütün haline getirmişiz demektir.”

Arkadaşım başını sağa sola salladı. “Ay Aylin, gerçekten inanılmaz hayalperestsin. Adamı buldun bir de üstüne fado dinleyenini bulacaksın, bir de üstüne Lizbon’u sevenini bulacaksın, yetmedi senin gibi huzuru parke taşlı sokakta ılık bir rüzgâr eşliğinde yürürken hissedeni bulacaksın.” Kahkaha attı ve devam etti. “Ben daha arkadaşlarımın içinde senin dışında fado dinleyene bile rastlamadım, sen rastladın mı? Biraz gerçekçi olmazsan yalnız öleceksin.”

Sessizce “Hayır,” dedim.

“O zaman gerçeklere dön. Alt tarafı hayalinde Lizbon’a biriyle gittiğini düşün dedim ben ve sen bana bir aşk filmi anlattın.”

Başımı şiddetle iki yana salladım. “Anlamıyor musun? Benim en büyük zaafım bu… Belki de hiç olmayacak bir adama sırf Lizbon’dayız diye evet diyebilirim. Sırf Lizbon’un, fadonun ve ılık rüzgarların büyüsüyle hiç evlenmemem gereken bir adama evet diyebilirim. Bu çok tehlikeli, zaafımı herkesten saklıyorum. O yüzden o şehre birisiyle gitmeyi hayal etmiyorum ve istemiyorum da… Tek başıma olmak istiyorum çünkü herhangi bir hayalime ne zaman bir erkeği dahil etsem hayallerimi kirletmekten öteye geçmediler. Fadonun büyüsünü ise hiçbir adamı hayallerime dahil ederek bozamam.”

Ben tüm hayallerimi ve arkadaşımla olan konuşmaları hızla beynimden geçirirken Kerem’in sesiyle kendime geldim. “Aylin, iyi misin?”

Hızlıca “Evet” dedim ve kem küm ettim, Kerem meraklanmıştı. Bir açıklama yapmak zorunda hissederek “Şey, ben sadece bir erkeğin fado dinlediğini hiç duymamıştım. Çok severim” dedim.

Kerem “Bende çok severim. Konsere bile gittim, efsaneydi. Bir sürü yer gezdim ama Portekiz’e gidemedim. Gitmeyi istiyorum” dedi.

Portekiz’e mi gitmek istiyormuş? Fado mu dinliyormuş? Konsere mi gitmiş? Şaka mı? İnstagramımda hiç Lizbon ile ilgili bir şey paylaştım mı ben? Hayır. Fotoğraflarıma müzik olarak koydum mu? Hayır. Hiç tweetim var mı? O da yok. Sevdiğimi bilmesinin imkânı yok. Hayalimi bilmesinin imkânı yok. Lizbon’u görmek istediğimi veya Fadoyu sevdiğimi bilemez, mümkün değil. Arkadaşlarımdan bile bir ya da iki kişi biliyordur.

Kendimi toparladım ve Kerem’e dönüp “Beni tanısaydın, bunu bilerek yaptığını düşünürdüm. Yani fadoyu bilerek açtığını düşünürdüm” dedim.

Haliyle Kerem benim söylediğim hiçbir şeye anlam verememişti ve bana cevap vermeyerek yola konsantre olmaya devam etti. İlerleyen yol boyunca saçma sapan şeyler hakkında konuşmaya devam ettim ama aklımdan fado dinliyor olması çıkmıyordu.

Bu kadar basit bir şey neden beni bu kadar etkilemişti bilmiyorum ama ona daha dikkatli bakmaya başlamıştım. Yol boyunca esprilerde havada uçuşuyordu, yollardaki pankartları birbirimize okuyor ve eğleniyorduk. Sonra “doğru zaman, doğru adam” yazan pankartı okudum ve gülümsedi. Tek cümle ve müzik, evren bana ne demeye çalışıyordu? Çaktırmadan Kerem’e baktım. İçindeki neşeli çocuğu bastıran, kendine yara bandı arayan ve bara avlanmaya giden bir adam değil miydi sadece?

Karanlık bara geldiğimizde içkilerimizi aldık ve müziği dinlemeye başladık. Bir süre tüm kararsızlıklarımla dikildim durdum. İstemiyordum, onun için rutine binen bir olay olduğunu anlamıştım. Yemek ye, muhabbet et, kızın eli yüzü düzgünse hopppp… Hoppidi hoppidii… Hepsi bu kadardı.

Peki ben ne istiyordum. Aylarca bir adamla sevgili olup parmaklarının ucunu bile tutmamış olan Aylin ne istiyordu? Sonra düşünmeyi bırakmanın en iyisi olacağına karar verdim. Ne de olsa bir kere düğmeye basmıştım. Müziğin ritmine bıraktım kendimi ve o dans başladı. Bu birbirine kenetlenmiş iki insanın dansıydı. Onun için rutine binmiş bir dans, benim içinse fadonun büyüsünde kalmış bir danstı. Beni öpmek istediği belliydi ve sonunda buna müsaade ettim. Ne düşündüğünü? Ne düşüneceğini umursamadan buna müsaade ettim. Fadonun hüznünü biraz olsun hissedebilen bir adamın dudaklarını merak ederek öptüm onu... İçini merak ederek, ruhunu merak ederek, o neşeli çocuğun neden gün yüzüne çıkarılmadığını merak ederek öptüm onu…

Öpüşleri agresifti fazla hızlıydı, onu yavaşlatmaya çalıştım. Avcının avını yakaladığı anın heyecanını agresifçe yaşamak istiyordu ama ben inatla onu yavaşlatmaya çalıştım fakat başaramadım. Hoşuma gitmemişti dokunuşu, arkamı dönüp onun bana sarılmasına müsaade ettim ve bir yandan da dansa devam ettik. Kısa süre sonra “Hadi daha sessiz bir yere gidelim” dedi. Bu isteğin nedenini biliyordum normal şartlarda kabul etmezdim ama onu merak etmiştim bir kere ve daha yakından tanıma isteği içimi yiyip bitiriyordu.

Ne olmuştu da notaların büyüsüne kapılabilen bir adam, içindeki çocuğu kafese sokmaya karar vermişti?

Başımla teklifini kabul ettiğimi onayladım. Elimden sıkıca tuttu ve konuşmadan arabasına doğru yürüdük. Sordu. “Nereye gitmek istersin?” Sonra kısa süren sessizlik oldu ve ekledi. “Ya da eve dönmek istersen seni eve de bırakabilirim.”

Eve gitmek istemiyordum. Bu adamı merak etmiştim ve onu çözmeden eve gitmeye niyetim yoktu. Herhangi kötü bir şey yapabilecek yapısı yoktu, güven veren iyi bir adamdı, nazikti ve üstüne üstlük avcılıkta çok tecrübeli olduğu da söylenemezdi çünkü avcı olmaya hiç gerek duymamıştı. Onunla hiç bu konuyu konuşmadım ama eminim av-avcı modunda olan ya da kadınları elde edip skor peşinde koşan adamlardan nefret ediyordu. Çünkü bu adamlar sahteydi Kerem ise sadece akışına göre hareket ediyordu. Evet, ben bir süre kendimi av gibi düşünmüştüm ama yanıldığımı o gece kısa sürede anladım. Kerem, sadece akıştaydı başka bir düşüncesi yoktu ve içinden ne gelirse ne hissederse onu yaşamaya odaklanmıştı.

Arabaya bindiğimizde “Sahile gitmek ister misin?” diye sordu. Ona evimi söyledim ve saatin geç olduğunu belirttim fakat isterse evime yakın bir yerlerde biraz daha vakit geçirebileceğimizi söyledim. Kabul etti. Sahile gidersek işler değişebilirdi, daha fazla yakınlık kurabilirdik ve hiç yalan söyleyemeyeceğim onu kendimden uzaklaştırabileceğime hiç güvenmiyordum. Ona daha da yakınlaşmak, onu delicesine öpmek geliyordu içimden. Lakin yapamazdım o kadar da uzun boylu değildi, gerçekçi olmak zorundaydım. Zaten bir gece için yeterince bam başka bir insana dönüşmüş ve içimde hissettiğim arzuyu bastıramamıştım, daha fazlasını yaşayamazdım.

Evime yaklaştığımızda karanlık ve kimsenin olmadığı bir sokaktan geçerken “Acaba bu saatte hala kahve yapan bir yer bulabilir miyiz?” diye sormamla Kerem’in arabayı sağa çekip park haline geçirmesi bir oldu.

Anlam verememiştim bir an donup kaldım ve “Ne oldu diye sordum?” gram korkmamıştım, muhtemelen Kerem değil de bir başkası bu hareketi yapsa çantayı kafasına yerdi ama bu çocukta tarif edemediğim beni bam başka biri kılan garip bir enerji vardı.

Kerem bana cevap vermeden gülümseyerek koltuğunu geri yatırmaya başladı. Sorumu yineledim. “Ne yapıyorsun?”

Kerem, sunroofu göstererek gülümsedi ve “Böyle yatıp yıldızları izleriz” dedi.

Onun bu salak esprisine gülümsedim ama asıl amacın bu olmadığını bilerek “Heee sen… Benim seni öpmemi mi istiyorsun?” diye sordum.

Kerem anında oturur pozisyona geçip bir saniye bile düşünmeden “Eğer öpmemi istemiyorsan öpmem” dedi.

Gülümsedikten sonra “O zaman şimdi arabayı çalıştır ve bir yerlerden kahve bulup içelim. Bir kahvenin kırk yıl hatırı olur. Biraz sohbet ederiz sonra ben eve giderim. Nasıl fikir?” diye sordum.

Kerem anında arabayı çalıştırdı ve “Tabi ki” dedi. Sözümü ikinci kez yineletmemişti bile inanılmaz mutlu oldum. Bir benzin istasyonunda durup ikimize de kahve almaya gittiğinde arabanın içerisinde kendi kendime hayret ederek düşünmeye başlamıştım.

Neden eve gitmiyorum? Neden hala kahve içmenin peşindeyim? Adam zaten amacını yeterince belli etmedi mi? Daha neyin peşindesin Aylin? Neden bu çocuğa sadece hayır diyemiyorsun? Bunca şey yaşadın gördün, küçük ergen bir kız çocuğu değilsin. Bu adamı özel kılan herhangi bir şey yok. Neden duruyorsun? Neden ona bu kadar yakın davranıyorsun?

O iyi bir adam, elbette şansını denemek istemesinden doğal bir şey olamaz ama konuşmasını biliyor. Sadece anlaşılmaya ihtiyacı var gibi… Tıpkı kısa süre önce benim olduğum ve hissettiğim gibi hissettiğini biliyorum ama kanıtlayamıyorum. Çaresizce bir köşeye sıkıştırılmış ve birinin gelip “Seni anlıyorum Kerem, hadi kalk her şeyi düzene koyman için sana yardım edeceğim” demesini bekliyor ama kimse gelmiyor. Evet, bu şekilde düşünmem için hiçbir sebep yok fakat hissediyorum işte… Hislerin nedenleri anlatılabilir veya anlaşılabilir olsaydı zaten adı his olmazdı. Bu yüzden neden o gece bu şekilde hissettiğimi sorup durmayın.

Kahveleri alıp gelince sessizleştiğimi gören Kerem “İyi misin? Bir sorun yok değil mi? Bir şeye bozulmadın ya?” diye endişeyle sormuştu.

Bu küçük endişenin nedeni belliydi, arabayı ansızın sağa çektiği için bozulup bozulmadığımı merak ediyordu ama ben buna bozulmamıştım. Ona bu cesareti ilk görüşmemizden üç saat sonra onu öperek ben vermiştim ve onun beni diğer insanlarla aynı kefeye koyarak bu hareketi yapmasının küçük bir sorumlusu da bendim o yüzden ona kızamazdım. Ona gülümsedim ve “Hayır, ben gayet iyiyim” dedim. Arabada bir süre oturduk kahvelerimizi içtik, sohbet ettik.

Ona bu sohbetler esnasında biraz olsun kendimden bahsetmek istedim fakat cesaret edemedim. Anlatsam da inanmazdı. İlk defa bu kadar kontrolsüz olduğumu, ilk defa yüzünü gördükten üç saat sonra bir adamı öptüğümü söylesem inanmazdı. Aslında biraz denedim durumu çaktırmayı ama dinlemek bile istemedi. Bu şekilde düşünmesi normaldi ona hiç kızmadım. Nasılsa bir daha görüşürsek, beni tanırsa anlayacaktı ve zamanı geldiğinde ona anlatacaktım. Ya da Kerem’in içindeki çocuk kapatıldığı kafesten çıkacaktı ve ilk buluşmamızda olayların neden böyle geliştiğini ikimize birden anlatacaktı.

Eve geldiğimde yorgundum ve pijamalarımı giyinip hemen yatağımın içine girdim ama asla uyuyamadım. Sabah kadar yatağın içinde dönüp durdum. Hiç tanımadığım bir adamla sırf onu hissedebildiğimi düşündüğüm için o kadar yakın dans etmek ve onunla sıcak temasa girmek. Bunlar asla benlik değildi ama yapmıştım, peki neden o? Saatler sonunda fark ettiğim iki şey olmuştu. Birincisi onu tekrar görmek istiyordum. İkincisi ise sadece o an onu istemiştim ve kısmen istediğimi almıştım. Hepsi buydu ve daha fazla düşünmenin hiçbir mantığı yoktu.

Sabah olduğunda Mellon aradı ve görüşmemin nasıl geçtiğini sordu. Telefonda anlatamayacağımı söyledim ve buluştuk. Mellon ve ben otururken bize bir başka samimi arkadaşım Emel de katıldı. İkisi birden adeta tüm olayı kutlamaya çevirmişti.

Mellon “Oha kızım sonunda kendini aştın. Offf! Bence bir pasta kesmeliyiz bunun için…” diyordu.

Emel ise “Ben çocuğu inanılmaz merak ettim. Aylin nasıl oluyor da çocuğu öpüyor? Bu çocuk büyü mü yaptı bu kıza? Ve asıl beni şoke eden ‘hoşlandın mı çocuktan’ dediğimizde bilmiyorum cevabını veriyorsun. Bu çocuk bunu nasıl başardı ya? Allah aşkına biri bana açıklasın!” diye söylenip duruyordu.

Mellon o anda “Aylin, çocuktan hoşlanmadın mı gerçekten?” diye sordu.

Omuzlarımı silktim ve bir süre düşündükten sonra “Hayır, aslında pek hoşlandığım söylenemez ama açıklayamadığım garip bir şey var. Farklı bir şey… Bilmiyorum” dedikten sonra bir süre düşündüm.

Fadoyu anlatmayı, Kerem’in içindeki çocuğun bir kafeste tutulduğunu, Kerem’in rahat tavırları ardında derin endişeler gizlediğini, içgüdüleriyle hareket etmeye çalışırken duygusal zekasını asla susturamadığını tüm bunları arkadaşlarıma anlatmayı düşündüm ama anlayabileceklerini düşünmediğim için sustum. Onlara anlatsaydım eğer muhtemelen bana saf diyeceklerdi. Erkeklerin klasik gizemli hareketlerine boşu boşuna anlam yüklediğimi ve olayları her zamanki gibi iyi yorumlamaya çalıştığımı söyleyeceklerdi. Oysa ben sadece gerçekleri onlara anlatmış olacaktım ve tartışacaktık. Arkadaşlarımla tanımadığım bir adamın iyi olduğunu savunacağım bir tartışmaya asla girmezdim. Çünkü sırf ben öyle hissettim diye Kerem’in gerçekten iyi birisi olacak hali de yoktu ancak ve ancak bunu bize zaman gösterecekti.

Kızlar bana sürekli Kerem’i sorup duruyordu fakat ben Kerem hakkında hiçbir bilgiyi kimseyle paylaşmak istemiyordum. Bu yüzden birçok şeyi atlayarak, saptırarak anlatıyordum veya soruları cevapsız bırakıyordum. Neden bu şekilde davrandığımı ve Kerem’i içten içe neden saklı tutmak istediğimi kendime sordum. Kerem ile ilgili konuşmaktan neden kaçınıyordum? Onu tanıdığım ilk andan son ana kadar hep saklı tutmak istedim.

Aslında bunun nedeni basitti içimden kendime söyleyebiliyordum da sesli dile getiremiyordum ve ilk defa sen değerli okuyucum, sen duyacaksın.  Kerem’e hiç sormadım ama biliyordum benden kimseye bahsetmemişti. Biliyordum dediğime bakmayın bu sadece benim tahminim ve varsayımım ama böyle düşünmemin nedeni ise tabi ki Kerem. Benden birilerine bahsetmiş olsa bile “görüştüğüm biri” diye sıradan bir insanmışım gibi iki kelime etmiştir. Bu iki kelimeyi de sadece iki kişiye söylemiş olabileceğini düşünüyorum. O iki kişi kim mi? Belki konuşuruz okumaya devam et okuyucum…

Kerem ile ilk buluşmamızdan sonra ilk o mu beni aradı yoksa ben mi aradım hatırlamıyorum zaten bu tarz ayrıntıları pek önemsemem. İkinci buluşmamız çok saçma sapan bir şekilde olmuştu. Bir iş için sabahın erken saatlerinde uyanmıştım ve işlerimi erken bitirip eve dönmüştüm. Kerem ile işlerim erken biterse görüşürüz diye konuşmuştum ve işlerim erken bitince o da evden beni almaya geldi. Kahve içmeye gittik. İtiraf etmeliyim onu görünce inanılmaz gerilmiştim.

Kahve almak için kuyruğa girmiştik ve sıra bize geldiğinde kasadaki kız yüzüme bakıp “Merhaba siparişleriniz nedir?” diye sordu. Ben tam istediğimi söyleyecekken kız konuştu ve “Ay çok güzelsiniz. Saçlarınız da çok güzel maşallah” dedi.

Ben şaşkınca bir Kerem’e bir de kıza baktıktan sonra “Teşekkür ederim” dedim.

Siparişlerimizi teslim alıp masaya oturduğumuzdaysa Kerem bana “Kızı tanıyordun herhalde, burası senin eve yakın” dedi.

Bocalamıştım. Nasıl yani? Evime yakın diye bir kahve zincirindeki tüm çalışanları tanımam mı gerekiyordu? Ya da tanıdığımı varsayalım, neden kız bana ilk defa görüyormuş gibi iltifat ediyor? Kıza ‘Buraya erkek arkadaşımla geleceğim onun yanında bana iltifat et’ mi dedim? Bu ne saçma sapan bir soruydu?

“Anlamadım. Kızı tanıdığımı düşündüren ne?” diye şaşkınca sordum.

Kerem kahvesinden bir yudum aldıktan sonra “Bilmem, sana iltifat edince tanıyor sandım” diye karşılık verdi.

O an anlamıştım, güven problemi olan bir adam oturuyordu karşımda ama ben bunu kabul etmek istemedim. Ona hak vermeye çalıştım. Beni tanımıyordu? Hayatımı bilmiyordu? Tanıdıkça anlayacaktı. Ona ben kendimi anlatmayacaktım zaten merak ediyormuş gibi de durmuyordu. Zamanla öğreniriz nasılsa modundaydı ama dikkatle gözlemlemeye devam ediyordu. Onunla konuşmak tam da bu yüzden zevkliydi çünkü benim gibiydi. Sık boğaz etmiyor, tanımak için delicesine sorular sormuyor, anlatmak veya konuşmak istemediğin bir konuda ısrarcı olmuyor, illa bana kendini anlatsana moduna girmiyor, her şeyi akışta öğrenmeye çalışıyordu. ‘Nasılsa yaşarken öğreneceğiz acelesi yok’ olgunluğuna erişmişti, yani en azından o zamanlar ben onun o olgunlukta olduğunu düşünüyordum.

“Hayır, o kızı ilk defa görüyorum” dedim ve konuyu değiştirdim.

Bir süre sonra “Aslında bir iş için senin eve yakındım. Havalimanına bir arkadaşımı götürmeye söz verdim o yüzden seninle sadece bir saat kalabileceğim” dedi.

Hayal kırıklığına uğramıştım çünkü inanılmaz yorgun hissettiğim halde sırf onu görmek ve onu daha yakından tanımak için dışarı çıkmıştım. Ayrıca hemen gitmesini de istemiyordum, ondan hemen ayrılmak istemiyordum. Tüm bunlara rağmen hissettiklerimi belli etmek gelmemişti içimden ve “Tamam, sen kalkmak istediğinde kalkarız” dedim.

Kerem saatine baktı bir süre düşündü ve “Aslında arkadaşımı bıraktıktan sonra gelip seni alabilirim ve bir şeyler yapabiliriz. Yalnız saat geç olur ancak 23:30 gibi” dedi.

Bingo! Elbette olur seni sevimli surat! Çok tatlısın!

Hemen heyecanlanmayın tabi ki bunu ona demedim sadece içimden söyledim. Dışımdan ise gayet durağan bir sesle “Olur ama o saatte açık bir yerler bulabilir miyiz? Emin değilim” dedim.

Kerem sanki çok küçük bir ayrıntıdan bahsedermişçesine “Buluruz ya, oturulacak açık bir yerler illa olur” dedi. Anlaşmıştık akşam 23.30 gibi gelecekti ve dışarı çıkacaktık. Sonra muhabbet etmeye devam ettik. Bir önceki görüşmemizden daha sıcaktı ve rahattı. Rahattı diyorum ama tamamen rahat olduğunu sanmayın o rahatlığının içinde bile hep sanki onu rahatsız eden tuhaf bir şeyler varmış gibi hareket ederdi. Başlarda bu durumunun benden kaynaklandığını düşünmüştüm ama onunla zaman geçirdiğimde bu durumun ben kaynaklı değil de onun aşamadığı bazı olaylardan kaynaklandığını anladım.

Hiçbir zaman sorunlarını pürüzsüz bir netlikte anlatmadı, hikayelerinde hep boşluklar bıraktı ve ben hiçbir zaman hayal gücümle o boşlukları doldurmadım. Çünkü boşlukları kendim doldurmaya başlarsam ona olan objektif bakış açımı kaybederdim. Gerçek onu tanımaz ve kafamda yarattığım bir Kerem’i var ederdim. O boşluklar benim değildi ve bilmemi isterse ancak Kerem’in kendisi boşlukları tamamlayabilirdi. Bu yüzden ne ısrarla sorum ne de ona baskı uyguladım. Hazır hissederse bir gün elbette anlatacaktı.

Kahvelerimiz bitmek üzereyken o tatlı muhabbetimiz arasında aniden bana küçük bir tatile gitmek istediğini, birkaç günlüğüne İstanbul’dan kaçmak istediğini söyledi. Bu bana bir teklif miydi yoksa sadece planlarından mı bahsetmek istemişti anlayamamıştım. Zaten bana bir teklif olsaydı da kabul edemezdim çünkü onu yeterince tanımıyordum ve tanımadığım birisiyle il dışına çıkmaya hiç niyetim yoktu. Bu yüzden hiç irdelemedim ve “Aaa ne güzel, git tabi rahatlarsın” diyerek konuyu geçiştirdim. Sanki bu tavrım biraz tuhaf gelmişti ona ama umursamadım. Kahvelerimiz bittiğindeyse beni eve bıraktı ve akşam görüşmek üzere ayrıldık.

Evde Kerem ile buluşma saatini heyecanla beklerken yatağımın üstünde uyuya kalmıştım. Aniden uyandığımda ilk işim saate bakmak olmuştu, saat 23:00’di. Sabah erken kalktığım ve bir türlü dinlenemediğim üstüne üstlük de heyecanlı olduğum için ufak uyku molam esnasında dinlenmem gerekirken başım ağrımaya başlamıştı. Yataktan çıkmaya ne enerjim vardı ne de Kerem ile buluşmaya ve hiç istemeyerek Kerem’e mesaj atıp durumumu anlatıp görüşmemizi erteledim. Yarın tekrar haberleşiriz diyerek konuşmayı kestik.

Yarın oldu ve Kerem’den hiç ses çıkmadı. Ondan ses çıkmayınca twitterını stalkladım, evde keyif yaptığını ve Doctor Who izlediğini yazmıştı. O dönem Matt Smith aşkım kabardığı için bana yazmayıp evde Doctor Who izlemesine de takılmamıştım. Bilgisayarımı açtım ve Matt Smith’in oynadığı sezonu açıp o çirkin ama karizmatik adamı izledim.

Haftalar ve günler geçip gidiyordu Kerem ile konuşuyorduk ama hep kopuk kopuktu. Ne onu tam olarak tanıyabiliyordum ne de tam olarak ondan kopabiliyordum. Onda beni çeken bir şeyler vardı ama nedenini çözemiyordum.

Bir gün mesajlaşırken “Ben eğlenmeyi severim ama modum bazen düşük olur. Benim modum düşükken sen beni eğlendirirsin, senin modun düşükken de ben seni sürüklerim eğlenceye” demişti. İnanılmaz mutlu olmuştum çünkü etrafım evli ve sevgilisi olup, sevgililerinin dibinden ayrılamayan arkadaşlarımla dolmuştu. Aradığım eğlenceli, dans etmeyi seven konser partnerimi bulmuştum. Üstelik sıkmayan, büyük büyük beklentileri olmayan amacı sadece eğlenmek olan, durduk yere problemler yaratmayacak bir konser partneri olabilirdi. Durmadan üstüme üstüme gelen hayatımdaki kaçış noktam Kerem olabilirdi. Her şey uzaktan bakıldığında tamam gibiydi ama mesajlaşırken ya da onunla iletişime geçtiğimde bazen çok dengesiz davranıyordu.

Emojiyle mesaja cevap vermek ne demek? Diye telefona birçok kez baka kaldım. Lakin umursamadım çünkü iki günde aşkım, canım cicim, hayatım diyen o tiksindiğim tiplerden değildi ve ben o yüzden onunla görüşmeye devam ediyordum. Lakin yine de gel gitli ruh hali epey bir fazlaydı.

Bir hafta sonu şehir dışından arkadaşlarım aniden İstanbul’a geldiklerini haber verdiler ve bir meyhanede kalabalık bir grup halinde toplandık. Rakı kadehlerini eğlenceli kahkahalar eşliğinde tokuşturuyordum fakat Kerem sürekli aklımdaydı. Uzun zamandır konuşmamıştık ve ne yaptığını merak etmiştim. Telefonumu çıkartıp gelen instagram bildirimime baktım ve sonrasında Kerem’in story attığını gördüm. Kerem yanında hiç tanımadığım bir kızla birlikte Johnny Depp konserindeydi. O an neye uğradığımı şaşırdım ve hikâyeyi birkaç kez üst üste izledim. Suratım dikkat çekici bir ifade almış olacak ki masadakiler bir anda susup bana iyi olup olmadığımı sormaya başladılar. Onlara iyi olduğumu söyleyip masadan kalkıp tuvalete gittim.

Tuvaletin kapısını kilitlediğim anda sinirden gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. İçtiğim rakının etkisiyle duygularım daha da hassaslaşmıştı. Sinir sistemim bozulmuştu. Peki bana bile ait olmayan adam için neden bu kadar sinirlenmiştim? Anlatayım. Johnny Depp’in Türkiye’ye geleceğini altı ay kadar öncesinde öğrenmiştim. Bütün arkadaşlarımı aradım ama kimisi konser tarihlerinde tatilde olacağını söyledi, kimisi Depp için o kadar çok para vermek istemediğini söyledi, kimisi saçma sapan DJ’lere parayı yatırdığını ve kimisi de şehir dışındaki işlerini erteleyemeyeceğini söyleyerek teklifimi reddetti. Kısaca konsere gidecek kimseyi bulamadığım için gitmekten vazgeçmiştim.

Hayatımda yalnız gittiğim birkaç konser olmuştu ama insan inanılmaz hüzünleniyor. Kendini bir drama filminin sahnesindeymişsin gibi hissediyorsun. Sırf bu yüzden Depp’in konserine gitmekten vazgeçmiştim. Bir dünya para verecektim, en sevdiğim adamlardan birini görecektim bir de üstüne hüzne kapılıp ağlayacaktım. Hiç o toplara girmeye niyetim yoktu.

Bir ara Kerem’e konsere gitmeyi teklif etmeyi düşünmüştüm. Sonra onun da mesajlarıma emojilerle cevap vermesi ve tutarsız davranışları yüzünden gelmek istemeyeceğini düşünerek teklif etmekten vazgeçmiştim. Çaresizce gitmeyi delice istediğim konseri hafızamdan sildim ve kendime unutturdum. Veee sonra pattt! Hoşlandığın adam yanında bir kadınla senin o çok gitmek istediğin konserden story atıyor. Tamam, sevgili falan değiliz ama hani eğlence arkadaşıydık? İnsan laf arasında olsa bile söylemez mi? Ulan bu nasıl iş? Bu nasıl samimiyet? Senden tüm sorunlarını, sırlarını anlatmanı bekleyen yok. Deli gibi gel bana ilanı aşk yap ve sevgilimmiş gibi davran diyen de yok. Eğlenceyse eğlence… Eee o zaman niye aklına gelmiyoruz hödük? Üstelik tanımadığım kadınlarla konserlerde… Eee biz de gevşeğiz ama gav*tta değiliz.

Arkadaşlarımın yanına masaya döndüğümde doğal olarak sessizleşmiştim, anlamışlardı bir şeyler olduğunu ama kimse sormamıştı. Sessiz sessiz rakımı yudumlarken içimden “Ben nasıl bir izlenim verdim bu çocuğa? Gerçekten her önüne gelenle yakınlaşan bir tip olduğumu mu düşünüyor? Bu gevşeklik bu yüzden mi? Ama hayır, o akıllı bir adam ve öyle olmadığımı şimdiye kadar anlamış olması lazımdı” diyerek söylenip durdum. Tüm gecem saçma salak bir hal almıştı, gülüyordum, sohbet ediyordum ama hiçbir şeyden keyif almıyordum. Konserde olmalıydım eğlenmeliydim, meyhanede rakı içmek keyif vermiyordu. O an istediklerim ve yaşadıklarım örtüşmüyordu.

Hep böyle olmuştur. Bir şeyleri çok isterdim, hayalini kurardım ama o şeyler asla zamanında gerçekleşmezdi. İnat ederdim ve hayallerimi gerçekleştirmenin bir yolunu bulurdum ve onları bir bir gerçekleştirirdim. Peki sonra… Sonrası malum, hayallerimi gerçekleştirmek için o kadar çok çaba sarf etmiş oluyordum ki sonunda hayallerime ulaştığımda keyfini sürmek ve mutlu olmak için enerjim kalmıyordu. Elbette kalbimin bir kısmı hayallerim gerçekleşince tamamlanmış oluyordu ama yeterli gelmiyordu. İnsanlar “Ne kadar güzel, sonunda hayallerine ulaştın. Çok mutlu olmalısın. İnanılmaz güçlüsün. Ne söylesen elinde sonunda gerçeğe dönüştürmeyi başarıyorsun. Kimse sana inanmazken bile hep insanları utandırmayı başarıyorsun. Bu inanılmaz keyif verici bir olay olmalı” diyordu. Ben ise sadece gülümseyerek ufak bir mahcubiyetle bana söylenen bu güzel cümleleri kabul ediyordum fakat içimden şu cümleler geçiyordu. “Bunca çabamdan sonra tabi ki bu kadar mutluluğu hak etmiştim. Beklediğimin dışında hiçbir şey gelişmiyor. Her şey çabalarımın, sabrımın sonucu… Hem kendim hem de bana inanan sadece bir iki insan sayesinde bugün hayallerim gerçekleşiyor. Lakin ben o kadar uzun süredir bekliyordum ki yorulduğumun farkında bile değilmişim. Şimdiyse hiçbir şeye içten gülümseyemiyorum. Hiçbir şeyin beni gerçekten mutlu edeceğine inanmıyorum.” diyordum.

Bu nankörlük veya kıymet bilmemek değildir. Sadece istediklerinizi elde etme yolunda o kadar çok yorulur ve yıpranırsınız ki finale ulaştığınızda kendinizi bam başka bir insana dönüşmüş olarak bulursunuz. O yüzden lütfen konu hayallerin için bile olsa çok çabalama ve kendini strese sokma. Ne sadece kendine ne hayallerine ne de başka bir şeye odaklan. Odağını hep geniş tut. Anın içindeyken keyif almaya bak ve “olursa olur, olmazsa da yapabileceğim bir şey yok” diye düşün. Elbette istediklerin için çabala ama lütfen kendinden verme. Çünkü aksi taktirde istediklerini elde ettiğinde hiç keyif alamayacaksın. Kendini yalnız hissedeceksin, neşene neşe katmak isteyeceksin ama o yolda yapa yalnız yürüdüğün için neşeni kimseyle paylaşmak istemeyeceksin, kimsenin o mutluluğa ortak olmayı hak etmediğini düşüneceksin ve sonra neşen paylaşmadığın için gittikçe küçülecek. Bu durumda senin gittikçe yalnızlaşmana ve hayallerine daha da sıkı sıkı tutunmana neden olacak. Hayallerine ve kendi gücüne güvenmekten başka çaren kalmayacak.

Her hayalini gerçekleştirdiğinde biraz daha kaybolacaksın. “Bundan sonra olacak, bunu da yapayım olacak, dur şöyle olursa daha iyi olur” gibi cümleler kurarak kendini oyaladıkça oyalayacaksın. En sonunda kendini zirvede bulduğundaysa yine büyük bir tatminsizlik yaşayacaksın. Sana bu hatayı yapmış bir insan söylüyor, lütfen dikkate al ve kendini yıpratmadan, hayattan soyutlamadan yoluna devam et.

Gece yarısını geçtikten sonra arkadaşlarımdan ayrılıp eve dönmüştüm ama Kerem’e sinirim bir türlü geçmiyordu. Onunla bir daha konuşmamayı düşünüyordum fakat çok saçmaydı neden bu kadar yükleniyordum? Neden? Neden? Sabaha kadar düşündüm durdum. Bu çocuk benim düşündüklerimi gerçekleştirirken ben izleyeyim diye mi hayatıma girmişti?

Günler geçti ve tek bir şarkısına kalbimi bıraktığım bir şarkıcının konseri olduğunu öğrendim. Arkadaşlarıma sordum ve elbette, sevgililer, kocalar, işler, kayınvalide ile yemekler vesaire vesaire bitmediği için kimse konsere gelemiyordu. Bir akşam yemek yiyelim desem gelirlerdi lakin ne hikmetse mevzu dans ya da konser olunca hiç kimseyi bulamıyordum. Bunun nedenini ben biliyorum ve eminim siz de tahmin edebilirsiniz.

Canım sıkılmıştı tek başıma gidecektim konsere ve kendi kendime “Ne olursa olsun. Ne yapalım hüzünlenirsem ve o kalabalığın içinde hüngür hüngür ağlarsam da yapacak bir şey yok” dedim. Her şeyi kafamda kurdum. Süslenip püslenip konsere gidecek, kendimi votkaya vuracak, konserde ağlayacak ve sonra bir taksiyle evime dönecektim.

Ben evde hazırlanırken Mellon aradı ve konsere yalnız gitmeye karar verdiğimi duyunca “Sen çıldırdın mı? Ara şu herifi gelirse gelir gelmezse de tek gidersin. Zaten tek gitmeyi planlıyorsun ne kaybedeceksin? Gelirse en azından eğlenirsin” dedi.

İtiraz ettim. “Hayır, kim ki o ya? Karşısındaki kişinin samimiyetini bile anlayamıyor. Hem ayrıca o kadar konuşuyorduk bir kez olsun Depp’e gideceğinden bahsetti mi? Koca bir hayır. Ben neden onu eğlenceme dahil edeyim. Belli ki sokaktan geçen birinden farkım yok. Bu yüzden onunla uğraşamayacağım.”

Mellon, “Ya Allah aşkına sen bu adamla vakit geçirirken eğlenmiyor musun? Neden eğlenceden kendini mahrum bırakıyorsun?” diye sordu.

Sustum ve düşündüm. Evet, neden eğlenceden kendimi mahrum bırakıyorum ben?

“Tamam, onu arayacağım. Bence gelmeyecek ama deneyeceğim” dedim.

Kerem’e mesaj attım ve konsere gelmeyi kabul etti, şaşırmıştım ama hiç belli etmedim. Buluştuk ve konserin olacağı bara gittik. Konser başlamadan önce birer içki aldık ve konserin başlamasını beklerken sohbet ettik. Onu inceliyordum ve o da her zamanki gibi hem beni beyninin içinde analiz ediyordu hem de tüm mekânı takip ediyordu. Bunu yaparken de fark edilmediğini sanıyordu. Kendisinin fark edilmediğini sanması bariz bir çocukluktu ve bana inanılmaz sıcak geliyordu. Gülümsemesini, konuşmalarını, sözcüklerini takip ediyordum. O kadar samimi konuşuyor ve içten gülümsüyordu ki bütün kızgınlıklarım bir anda uçup gidiyordu. Onu ölçüp biçmeyi bırakmıştım. Sadece kendi kendine eğlenmeye çalışan ve omuzundaki ağırlıklardan kaçmaya çalışan genç delikanlıyı anlamaya çalıştım.

Hayatında sorunlar olduğunu ama bu sorunların çözümünün kendinde olmadığını ve bu yüzden de çaresizce yaşayıp gittiğini söylüyordu. Sessizce onun bu söylediklerini dinlerken aslında istediği her şeyin çözümünün kendinde olduğunu haykırmak istemiştim suratına ama yapamadım. O sert ve dik duruşunun altında kırılgan bir adam olduğunu biliyordum ve o kırılgan adam zar zor ayakta duruyordu. Çözümlerin kendisinde olmadığını düşünerek hayatın ansızın onun karşısına çıkarttığı zorluklara, sorumluluklara tahammül ediyordu. Tüm bunların üstüne de biri çıkıp ona “Tüm çözümler sende adam!” dese bu onun omuzlarına yeni bir sorumluluk ve suçluluk psikolojinin binmesi anlamına gelecekti. Bu yüzden, o problemlerinden üstü kapalı bahsederken hiçbir zaman tepki veremedim.

O, sorumluluklar altında fazlasıyla ezildiğini ve hayatının planladığından çok başka bir yöne evrilmesiyle yok olmaya başladığını hissederken ben ona düşüncelerimi söylemedim. Söyleyemezdim. Bir insana pat diye gördüğünüz gerçekleri söylemek ona iyilik yaptığınız anlamına gelmez, samimiyet anlamına da gelmez.

Gerçekleri söylediğinizde karşınızdaki kişinin bulunduğu zor durum içinden çıkmasına yardımcı olamayacaksanız iyilik sandığınız şey tamamen kötülüğe dönüşmüş olur. Karşınızdaki kişinin kendini daha da başarısız görmesine ve suçlamasına sebep olmaktan başka bir işe yaramazsınız. Bazen sadece susup dinlemek lazım ve sadece onun hissettiğini hissettirmek ya da en azından hissetmeye çalışmak. Ben onun hissettiklerini hissetmek için hiç çaba sarf etmedim çünkü çok uzun zamandır kendimi bok gibi hissediyordum ve başarısızlıklarım ile üzerimdeki baskılarla, sorumluluklarla ezilmiştim. Herkes benden bir şeyler yapmamı bekliyordu oysa benim hareket etmeye bile gücüm yoktu. Üstelik hiçbir zaman yaptıklarım, başardıklarım beklentileri doyurmaya yetmiyordu.

Okyanusun ortasında çırpınıyordum, yüzecek halim kalmamıştı, karayı arıyordum ama kimse bana tutunacağım bir tahta parçası bile uzatmıyordu. Herkes lüks bir teknede güzel bir müzik eşliğinde ellerinde kadehleriyle suda çırpınan ve yüzemeye dermanı kalmamış beni izliyordu. Yaptıkları tek şeyse ufukta bile görünmeyen kara parçasının yönünü göstererek “Hadi yüz! Yüzsene! Ancak yüzerek kurtulursun” demekti. Hepinize lanet olsun! Beni boğulmak üzere terk ettiğinizin ve ben boğulurken keyifle beni izlediğinizin farkında bile değilsiniz. Üstelik beni bu okyanusun ortasına atan da sizlersiniz. Hepinize lanet olsun! Okyanusun ortasındayım boğuluyorum ve siz sadece izliyorsunuz. Tüm çok bilmişler hepinizin canı cehenneme!

Oysa geç olsa da fark ettim. Her şey aynı anda olmak zorunda değildi. Ben bir sürü şey başarmıştım ve başarmaya devam ediyordum. Onlarsa sadece izleyip üzerime daha fazla sorumluluk yüklemeye devam ediyor ve benden beklentiye girmeyi sürdürüyordu. En sonunda onları duymamaya başladım. Evet, bunu kendime çokça zarar verdikten sonra başarmıştım ama önemli olan başarmamdı.

Otuzumu geçtim ve yirmili yaşlarımdayken kendimi hiç bu şekilde hayal etmemiştim ama hayatta hiç tahmin ettiğim gibi çıkmamıştı. Planlarım gecikti, yolda kendimi kaybettim, başarısızlık duygusuyla ezildim, beklentileri gerçekleştiremedikçe kendimi suçladım, yalnızlaştım. Sonunda da o noktaya ulaştım. O nokta herkese ve her şeye dur dediğim noktaydı. Kendime odaklandığım, başarılarıma odaklandığım noktaydı. Hayatımda maddi, manevi bir sürü şey başardım. Elimdeki imkanlarla hayallerimi ucundan kıyısından yakaladım. Her şeye rağmen dürüstlüğümü kaybetmedim, tüm kırıklıklarıma rağmen kimseyi kırmadan ilerledim. Tüm kazık yiyişlerime rağmen güvenme duygumu kaybetmedim. Samimi insan ile sahte insan arasındaki ayrımı doğru yapabilmeyi öğrendim.

Sahtelikler karşısında kaçmayı, bana değer verilmediğini hissettiğim anda uzaklaşmayı ve sevildiğim yerde beni sevenlere iyi hissettirmeyi öğrendim. İyi ya da kötü hayatıma giren her insanın bana öğrettiklerini kulağıma küpe yaptım. Kötüleri ve bana yapılan kötülükleri unutmadım ama onlar için hiçbir planım da olmadı. Onları hayatın acımasız kollarında kendi hallerine bırakmayı öğrendim. Hayatın omuzlarıma yüklediği sorumlulukları benden beklenen hızda değil de yavaş yavaş keyfim istedikçe yerine getirmem gerektiğini öğrendim. Bir şeylerin çok hızlı gerçekleşmesini isteyenlere kibarca “Kısa vadeli çözümlerin seni zarar sokacağını hala kavrayamadın. Bekle ve zamanın bilgeliği ile yüzleş” demeyi öğrendim. Tüm bunları tek başıma öğrendim dersem yalan olur. Bunları bana okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, yüzlerce yıldır ayakta duran binalar, sokaktaki insanlar öğretti.

Hep derim her insan kendi hayatının başrolü ve diğer herkes sizin hayatınızda birer figüran ve bu yüzden sadece içinizdeki size odaklanın. Etrafınızdaki herkese sadece biraz daha yavaş ilerlemek istediğinizi söyleyin. Her yere yetişecek gücümüz yok değil, var! Her yere yetişebilirsiniz sadece zaman gerektiriyor. Kendi isteklerimizi ve etrafımızdaki insanların isteklerini de yerine getirebiliriz. İhtiyacımız olan şey önce kendi arzularımızı gerçekleştirmek ve bunu yaparken de yavaş yavaş bizden beklenen şeyleri kendi kontrolümüz altında, kendi istediğimiz şekilde gerçekleştirmek. Zaman sadece acılarınızın hafiflemesini sağlamaz, anınızı kurtarır, sizi rahatlatır, yolda ilerlemenizi sağlar, zaman sizin zamanınız ve bol bol var acele etmeyin. ‘Zaman her şeyin ilacıdır’ sözünü her şeyi zamanın kollarına bırakmak değil de ‘her şeyi zamana yayarak stressiz bir şekilde gerçekleştirmek’ olarak algılayın. Bunu başardığınızda emin olun, içine düştüğünüz karanlıkta zamanı gelince güneşin doğuşunu izleyeceksiniz.

Şimdi ben bunları Kerem’e nasıl anlatabilirdim ki? Anlatamazdım. Muhabbet biraz derinleşince bana “Çok derin düşünüyorsun Aylin, çok düşünüyorsun. Ben bu kadar derin düşünmeye gelemem, sen neden yapıyorsun?” diyordu. Lakin kendiyle çelişip en büyük sahtekarlığı kendine yapıyordu. Suratına haykırmak istiyordum “Sen değil misin? Eğlence anında bile kafandan bin tane düşünce geçiren. Sen değil misin saçma sapan şeylere kendini sıkıp dert edinen? Sen değil misin anı yaşamalıyım diye düşünürken asla anı yaşayamayan ve hep bir adım sonrasını düşünen? Sen değil misin bir sonraki hamlede ne olacağını düşünerek dertlenen ve hiç yaşanmamış belki de hiç yaşanmayacak bir şey için derin düşüncelere dalan? Senin yaptığın derin düşünmek olmuyor da ben yapınca mı derinlik oluyor?” Hiçbir zaman diyemedim ona çünkü kabullenmeyecekti. Hislerini görmeyi başından reddetmiş, o neşeli çocuğu çoktan kafese kapatmıştı, onu uyandıramazdım. O uyanmak isteseydi ve belki bir adım bana yaklaşsaydı belki yapabilirdim ama o bana hiçbir zaman bir adım bile gelmedi. O bana gelmeden ben onu uyandırmaya çalışsaydım ne mi olur? Sadece benden nefret etmesini sağlardım. Onun zaman ihtiyacı vardı ve bana sadece o zaman içerisinde bir yolcu rolünü vermişti. Yolcuyduk, yolun üzerinde bir hana girip dinlenmek için mola vermiştik. Handa karşılaşan, kısa süreliğine birlikte olacak olan sonra da kendi yollarına devam edecek iki yolcuyduk.

Konser başlamıştı ve anlayamadığım şekilde Kerem’e olan tüm kızgınlığım yok olmuştu. Ayrıca ben Kerem’i konsere davet etmiştim ama onunla bir daha fiziksel temasa girmek istememiştim. Bir daha bana dokunmasını istemiyordum çünkü konuşmalarından kısa sürede bu kadar yakın olmamızın kendisine özel olduğunu anlamadığını fark etmiştim. Anlasa bile anlamamayı tercih ediyor. Görmek istemeyerek başını başka tarafa çeviriyordu. O yüzden konsere gitmeden önce ben kararımı vermiştim Kerem’e yaklaşmayacaktım. Sevgili olamayacaksak, güven duygusunu kaybetmişse sadece arkadaş olabileceğimizi ona gösterecektim. Çünkü çok tatlıydı, aynı şeylerden hoşlanıyorduk ve ben onun gibi bir insanı kaybetmek istemiyordum. Her şeyin çok başındaydık rahatlıkla birbirini seven iki dost olabilirdik. Konserde tüm bunları ona sözlerim ile değil hareketlerimle göstermeye niyetliydim. Peki sonra ne mi oldu? Gülmeye hazır olun.

Tüm konser sarmaş dolaş geçti. Onun sıcacık kolları bana dolandığında engel bile olamadım. İstedim, gülümsemesindeki sevimli sıcaklığın bana olan dokunuşlarında hissetmeyi istedim. Sonra beni öptü bende onu öptüm. Sıcaktı, düşünmüyordum. Onunlayken ilk defa düşünmüyordum. Tek düşündüğüm onu hissedebilmekti ama üstüme bir karabasan çökmüşçesine harekette edemiyordum. Hayatımda daha önce hiç böyle hissetmemiştim. O bana sarılmış konseri dinlerken mutluydum ve hiçbir şey hissetmiyordum.

Size bir sır vereyim mi? Konserin olduğu mekân aynı zamanda Kerem ile ilk öpüştüğümüz mekandı ve her hafta sonu illa orada uzaktan tanıdığım birisi de olsa mutlaka birileri olurdu. Ve ben o mekânda Kerem ile karanlığın içine karıştığımda birilerinin beni görüp görmeyeceğini zerre umursamadım. Kontrol manyağı ben, kutsallığının bozulmasından korkarmışçasına herkesten Kerem’i saklamaya çalışan ben, birilerinin bizi görme ihtimalini hiç umursamadım. Birilerinin çıkıp Aylin’i gördüm diye konuşma ihtimalini hayatımda ilk defa gram umursamadım. Hepsinin canı cehenneme! Etrafımda hata üstüne hata yapan insanlar var ve benim tek pişmanlığım hayatımda pişman olacak hiçbir şey yapmamış olmak. O yüzden hepsinin canı cehenneme! Yanımda bir adam vardı ve kim olduğunu bilmiyordum, amacını çözememiştim ama bildiğim tek bir şey vardı onun yanında huzurluydum. Beynimin susmasını sağlıyordu. Sadece Kerem ve kendim ile ilgilendiğim küçük kaçamağımdı, bunun dışında hiçbir şey umurumda değildi.

Sahnedeki sanatçı izleyenleri ile sohbet ederken “Buraya kendi isteğiyle gelenler ve arkadaşının çekiştirmesi sonucu burada olmaya katlananlar, hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim” dedi.

Kerem’e baktım ve “Bak senden bahsediyor. Benim zorumla buradasın” dedim.

Kerem hiç düşünmeden kulağıma fısıldadı “Neden böyle düşünüyorsun? Buradayım çünkü sen çağırdın. Sen çağırırsan ben hep gelirim” dedi ve onu öptüm.

Enteresan bir şekilde düşünmüyordum, yahu bu adam yalan mı söylüyor? Doğru mu söylüyor? Düşünmüyordum, ben ona karşı hiç rol yapmıyordum ve onun da bana karşı rol yaptığını hissetmiyordum. Birbirimize karşı rol yapmamız için hiçbir sebep yoktu. Ne bir ortak arkadaşımız ne ortak yürüttüğümüz bir işimiz ne ortak bir çevremiz hiçbir sebebimiz yoktu. Ortak olan tek şeyimiz birlikte geçirdiğimiz saatlerimizdi ve o saatler hayatın sahteliğinden kaçmak isteyen iki deliye aitti. 

Konser bittiğinde Kerem, “Off bu kadın tam bir deliydi. Bu kadını sevdiğine inanamıyorum” dedi.

“Kadını sevmiyorum, sadece tek bir şarkısı için buradaydım. O şarkıyı canlı dinlemek istedim. Sen de sevmedin mi o şarkıyı ama?”

Kerem gözlerini devirip başını hafice yana yatırarak “Tamam, o şarkı güzeldi ve sözleri de anlamlıydı ama sırf bir şarkı içinde üç saat bir manyağa katlandık” dedi.

Konserin olduğu barda ben bir süre daha kalmak istedim. Dans etmek istiyordum ama müzik o kadar kötüydü ki dışarı çıktık. Kerem “Hadi sahile gidelim, bagajda şarap var” dedi.

Kerem’in küçük bir tatile gitmek istediğini hatırlıyorsunuz. Kuzeniyle birlikte tatile gitti ve en büyük hobisi şarap bağlarından kendine şarapları toplayıp dönmüştü. Şarap severdim ama sadece içerken, asla özel ilgi alanım olmadı. O yüzden bagajda şarap olmasıyla değil de sadece Kerem ile vakit geçirecek olmakla ilgileniyordum. Sahilde bir yerlere gidip baş başa kalma teklifini hiç düşünmeden kabul ettim. Kabul etmiştim ama hayalperest Aylin adamı her ne kadar hissedip tanıdığını düşünse de hayatımızda bir de gerçekler vardı. Ya bu adam rol yapmayı çok iyi başaran birisiyse ve yalnız kaldığımızda içinden başka biri çıkarsa, ne olacaktı? Asla öyle biri olacağını düşünmüyordum. Kerem’in hareketleri tamamen içtendi ama yine de kontrol manyağı ben her ihtimali düşünmek zorundaydım.

Düşündüm kimi seçmeliydim? Annem olmazdı saat gece yarısını çoktan geçmişti kadın durduk yere endişelenirdi. Mellon’u düşündüm, yatar uyur ancak ben kesildikten sonra haberimi alırdı. Sonunda buldum, avukat arkadaşım canım ciğerim süpürgesiz cadıma canlı konum atacaktım. O hem geç uyurdu hem de birkaç saate benden haber alamazsa herkesi ayağa kaldırır, tüm emniyeti peşimize takardı. Kerem’e çaktırmadan ona canlı konumumu gönderdim ve mesaj attım. “Canım, Kerem ile birlikteyim ve hiçbir sorun olacağını zannetmiyorum sadece benden haberin olsun yeter. Eve geçtiğimde sana yazacağım” Anında mesajıma cevap geldi. “Tamam, dikkatli ol”

Kerem yan gözle mesajlaştığımı görmüştü. “Ne oldu?” diye sordu.

Ona ilk yalanımı söyledim. “Bir şey yok. Sadece anneme gecikeceğimi haber veriyordum”

Sohbet ederken Kerem’e Depp konserine gittiğini gördüğümde çok bozulduğumu söyledim. O da bana daha önce Depp’i sevdiğimden hiç bahsetmediğimi ve arkadaşının şehir dışından sırf konser için geldiğini, arkadaşının üniversiteden beri en yakını olduğunu uzun uzun anlattı. Kerem’e “Yine de bahsetseydin keşke, kendimi çok sıradan hissettim” dedim. Bunu ona söylemiştim çünkü insanlar müneccim değiller. Sizler onlara nasıl hissettiğinizi söylemezseniz sizin nasıl hissettiğinizi anlayamayabilirler. Kerem bana konsere gidiş hikayesini anlattığı anda her şeyi anlamıştım ama onun da benim nasıl hissettiğimi bilmesini istemiştim hepsi buydu ve ondan hiçbir şey beklememiştim. Ben ona bu cümleyi kurduğumda tepki vermedi ve zaten ben de vermesini beklememiştim ama yine de bugün dönüp o ana baktığımda fark ediyorum. Aslında bir tepki vermesi gerekirmiş, en azından dostça bir tepki verebilirmiş. 

Sahile geldiğimizde arabayı yolun kenarına park etti. Ben dışarı çıkıp güzel ılık yaz akşamında deniz kenarında yürüyeceğimizi düşünürken o sevişmek istediğini belli etmişti. Romantizm içinde değil de sadece güdülerle hareket etmek istiyordu. Neşeli çocuk kafesteydi ve duygulara yer yoktu. Onun istekleri belliydi peki ben ne istiyordum? Sadece dokunmak, ellerimi bedeninde dolaştırmak, gözlerinin içine baka baka onu öpmek ve nefesini nefesimde hissetmek. Ayrıca her zaman araba fantezim olduğunu da düşünürsek içinde bulunduğum durum reddedilemez boyutta bir güzellikti.

Ona dokundum ve o da bana, ben onu hissetmeye çalışarak o ise sadece kendini hissederek. Agresif öpüşlerinde kaybolmayı tercih ettim. Ağırlığını üzerimde hissetmek hoşuma gidiyordu. Gömleğimin düğmelerini açmaya çalışırken ki o sabırsız telaşı, gülmeme sebep oluyordu. Kendimi onun ellerine bırakmayı deniyordum ama bir türlü başaramıyordum. Bunu o da hissediyordu. Konuşmuyordu ama hissettiğini biliyordum. Bir süre sonra “Gel buraya” diyerek beni kendine iyice çekti. O an kendimi bırakmıştım ve bir süre sonra durmam gereken o noktaya ulaştığımızı fark ederek her şeyi allak bullak eden o kelimeyi haykırdım “Hayır!” Şaşkınca suratıma baktı ve anında geri çekildi ama sinir bozucu bir sakinliği vardı. Sıkıntıya düşmüştüm bu adama hissettiklerimi ve durumumu anlattığımda, tam da bu noktada bana inanmayacaktı. İnansa bile kafasında nasıl bir Aylin figürü oluşacaktı?

Sıkıntıyla üstümü başımı topladım ve sessizliğe gömüldüm. Konuşmak istiyor ama konuşamıyordum. Anlatmak istiyordum ama anlatamıyordum. O ise, ‘yeni tanıştığın kız Kerem, her türlü manyaklıkla şu an karşılaşabilirsin. Sakin ol ve tepki verme’ modunda beni izliyordu. Onun o duruşu daha da sinirimi bozuyordu, ‘her türlü manyaklığı bekleyebileceğin yeni tanıştığın o kız’ düşüncesinin onun beyninden geçtiğini gözlerinden görebiliyordum. Oysa çoktan bu kısmı geçmiş olmamız gerekiyordu. En azından ben geçtiğimizi düşünüyordum ama belli ki geçmemiştik.

Kerem’in hayata karşı bir sürü güvensizliğinin olduğu, insanlara artık kolay kolay güvenmediği, ben merkezli düşünmeyi kendine hedef belirlediği bir dönemine denk gelmiştim. O yüzden ona durumumu anlatmak daha da zor bir hal alıyordu. Anlatsam inanmama ihtimali vardı. İnanmamasına şaşırmazdım, hem inansa bile kafasında olmadığım bir kadın imajına beni koyma ihtimali vardı. Oysa ben sadece hayata tutunmaya çalışırken, hayatı çok ciddiye alan ve o esnada hayatın bizzat kendisini kaçırmış bir kadındım.

Kerem sessizliği bozarak sordu. “Ne oldu? Yani anlatmak ister misin?”

Daha fazla düşünmenin bir anlamı yoktu. Ne şekilde durumumu söylersem söyleyeyim o yine anlamak istediği gibi anlayacaktı. O yüzden kısa ve öz sadece birkaç kelimeyle durumumu anlattım.  Kerem sessizce kabullendi. Onun suratına boş boş baktım. İnandı mı? İnanmadı mı? Anormal mi geldi? Kafasında nasıl bir Aylin oluştu? Ne düşündü? Asla anlamadım ve sonradan ona bunu sormaya da hiç cesaret edemedim.

Tepkisiz kaldıktan sonra sadece “Olabilir” dedi. Onun sakinliğinde bir tepki aradım fakat bulamadım. Kızmamıştı bile, içine düştüğümüz duruma bozulmamıştı bile, sadece tepkisizdi. Bu durum daha da sinirimin bozulmasına sebep oldu. “Tepki versene be adam! Bir kez de sen net olsana! Bir kez, sadece bir kez beni seni anlamaya çalışmaya zorlama!” demek istedim ama yine hiçbir şey diyemedim ve madem öyle gel böyle diyerek onu öptüm. Madem konuşarak birbirimizi anlayamıyorduk o zaman sadece onu öpecektim ve onunla sevişecektim. Çabalamanın anlamı yoktu o an karar verdim. Onun değil de benim ne hissettiğim önemliydi ve onunla ne yapmak istediğim. O bencilse ben de bencil olacaktım. Kendimi biliyorum bencil olmayı beceremezdim ama yine de deneyecektim. Belki de onun görevi buydu bana yeri geldiğinde bencilce nasıl davranılır onu öğretecekti. Bunu bana öğretmesine izin verdim.

Eve dönüş yolumuz da Kerem sessizleşmişti. Ona sadece bir kez sordum. “İyi misin?”

“Evet, sadece sabahtan beri dışarıdayım ve saat çok geç oldu yoruldum” dedi. Tekrar sormadım. İçine gömüldüğü sessizlikle bana nasıl hissettirdiğini farkında olmayan bir adamı umursamamaya o an karar verdim. Sadece kendi duygularımla ilgilenecektim. Ben mutluydum ve keyifliydim önemli olan tek şeyde buydu. Lakin yolda ilerledikçe kafama bir soru daha takıldı ve dönüp “Sana bir şey soracağım ama bana dürüstçe cevap ver. Birbirimize yalan söylememiz için hiçbir sebep yok” dedim.

Kerem şaşırmıştı, “Sana hiç yalan söylemedim. Aramızda hiç yalan bir şey olduğunu da düşünmedim” dedi.

“Tamam o zaman soruyorum” dedim ve devam ettim. “Benimle vakit geçirmekten hoşlanıyor musun sen?”

Kerem iyice şaşkın görünmeye başlamıştı ve “Neden böyle bir şey sordun ki? Böyle düşünmene neden olacak bir şey mi yaptım? Seninle vakit geçirmekten hoşlanmasam neden seninle birçok kez buluşayım ki? Neden böyle düşündün?” diye sordu.

Sakince “Aramızdaki iletişim kopukluğu yüzünden. Birlikteyken her şey güzel ama sonrasında birbirimizden haber bile alamadığımız anlar oluyor. Hatta bir gün beni başka bir numaradan arasan sesini bile tanıyamayabilirim” dedim.

Gözlerini yoldan hiç ayırmadan “Zaten böyle olması gerekmiyor mu?” dedi.

Şok olmuştum. “Nasıl yani? Bu konuyu biraz açar mısın?”

Kerem, derin bir nefes aldı kısa süre düşündükten sonra yine gözlerini yolsan ayırmadan konuştu. “Ben söz verdiğim zaman ve tutamadığımda rahatsız oluyorum. Hayatımda kimseye söz vererek bir sorumluluğun altına girmek istemediğim bir dönemdeyim. Bir ilişkinin sorumluluklarını almak istemiyorum. Seninle ilgili bir sorumluluk almak istemiyorum ama seninle vakit geçirmeyi de seviyorum”

Ohhh ne güzel dünya be! Birbirimizle vakit geçirelim. Yetmedi başkalarıyla da vakit geçirelim ama birbirimizi arayıp hâl hatır soracak kadar bile sorumluluk almayalım. Sevmeyelim, sadece hayvansal güdülerimizle hareket edelim ve sorumluluk almayalım. Sorumluluk almak ne demek? Hem ne tür bir sorumluluktan bahsediyorsun ki sen? Bebek miyim ben? Altımı değiştirip bana mama mı hazırlayacaksın? Yok her halde ben salağım. İlişki sorumluluğu ne demek bilmiyorum. İlişki denilince bu adamın aklına ne geliyor acaba? İlişki denen şey birlikte vakit geçirmek, eğlenmek, sevmek sevilmek ve birbirinin omzundaki yükleri hafifletmek, hayata karşı yalnız olmadığını hissetmek değil mi?

Hem ben sana gel benimle ilişki yaşa mı? dedim. Bu konuşmalarda nereden çıkıyor? Ben seni istiyor muyum bakalım? Dengesizliğini ve agresifçe sadece kendi duygularını önemseyen dokunuşlarını istiyor muyum? Sırf bir ilişkiye emek verdin ve emeklerin boşa gitti diye tüm kadınlara ve tüm hayata karşı “hepiniz emeklerimi sömürmek isteyen canavarlarsınız hiçbiriniz için artık kılımı bile kıpırdatmam” diyen bir adamı istiyor muyum? Sadece bir kez düştüğü için her şeye ve herkese artık bir hiçmiş gibi yaklaşmaya başlamış bir adamı istiyor muyum?

İçindeki neşeli çocuğu istiyor muyum? Sırf rol olsun diye tatlı sözler söylemeyen ve sadece hissettiğinde güzel sözler söyleyen bir adamı istiyor muyum? Müzik zevki ve ilgilendiği konuların hepsi benimle ortak olan bir adam istiyor muyum? Bakışlarında sahtelik olmayan bir adam istiyor muyum? ‘Rol yapıp tatlı olmaktansa acı görünmeyi tercih ederim’ diyen bir adam istiyor muyum? Gülüşü sıcacık olan bir adam istiyor muyum? Sıcacık konuşması olan bir adam istiyor muyum? İnsanları kırmaktan hoşlanmayan bir adam istiyor muyum? Sevmeyi bilen bir adam istiyor muyum? Bir insana değer vermeyi bilen bir adam istiyor muyum? Misafirperverliği bilen bir adam istiyor muyum? Dünya meselelerine tepkisiz kalmayan ve duyarlı olan bir adam istiyor muyum? Bazen milliyetçi duyguları kabaran ve ülkücüleri aratmayan bir adam istiyor muyum? Sessizliği birlikte paylaşabildiğim bir adam istiyor muyum?

Kafamda Kerem’e dair binlerce soruyla gözlerimi yola dikmiş boş boş bakıyordum. Bu kadar çok artı özelliklerin yanında eksileri de barındırabiliyor olması nasıl mümkün oluyordu? Hiçbir şey anlayamıyordum ve tek emin olduğum bir şey vardı. Kalbi kırılmıştı hepsi bu…

Kerem’in sesiyle düşüncelerimden uzaklaştım. “İyi misin? Ne düşünüyorsun?”

Sakince konuştum. “Ben senin sorumluluğunu almak istiyor muyum? Yoksa istemiyor muyum? Diye düşünüyorum. Sanırım buna ben de hazır değilim”

Kerem cevap vermedi. Evimin önüne geldiğimizde bir karar vermiştim. Kerem’i bir daha görmeyecektim. Kendimi zaten zar zor toparlamıştım ve Kerem’i toparlamaya çalışmaya gücüm yoktu zaten bunu o da istemezdi. Birlikte olmamızın bir anlamı yoktu. İkimizde başkaları tarafından yaralanmıştık ve birbirimize yardım edemezdik. Yanlış zamanda karşılaşmıştık. Kerem o küçük neşeli çocuğu kafese kapatmadan önce karşılaşmış olmalıydık. Yanlış zamandık. Kesinlikle kararımı vermiştim. Kerem’i bir daha görmeyecektim.

O arabayı durdurup “Hoşça kal görüşürüz” dedi.

Onun suratını inceledim ve dudaklarından öptüm. Sonra kapıyı açıp arabadan inmek üzereyken tekrar ona baktım. Suratını son bir kez hafızama iyice kazımak için inceledim ve yüzünü tutup onu kendime çekip son kez onu hissetmek için bir kez daha öptüm. Kerem anlam verememişti ve sokakta birilerinin bizi görebileceğini düşünerek endişelenmişti. Onun bu çocuksu endişesine gülümsedim ve “Hoşça kal” dedikten sonra arabadan indim.

Sonraki günlerde Kerem’i tamamen unutup kendi hayatıma odaklanmaya çalıştım. Kendi hayatımda Kerem’le yaşadığım ilişkiden farksızdı. Hayatımın ne tarafından tutsam elimde kalıyordu. Çok istediğim hayalimi gerçekleştirmek üzereydim fakat bir sürü aksiliklerle karşılaşıyordum. Sürekli sorunlara çözümler üretip adım adım tüm sorunları ortadan kaldırmaya çalışıyordum. Kendi hayatımdaki problemler yetmezmiş gibi ailemdeki çekişmeli günlerde hız kesmeden devam ediyordu. Tam her şeyi yoluna soktum derken de bu defa evde başıma bir sürü masraf açacak olaylar yaşanıyordu. Elime geçen az parayla çok iş yapmaya çalışmak, bir yanda da kendi mutluluğumu ön planda tutmaya çalışmak beni hırpaladıkça hırpalıyordu. Ailemden yediğim ambargoya karşı dim dik ayakta durup baş kaldırışımı sonlandırmamaya çalışıyordum. Durmuyor ve nefes almadan hayatla mücadele ediyordum. Bir ara düşmeyi düşündüm. Belki bırakmalıydım her şeyi ama direndim.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir gün kendimi Kerem ile mesajlaşırken buldum. Tatlı tatlı sohbet ediyorduk hayatımdaki zorlu mücadelemde nefes alma noktamdı. Kendimi o zor günlerde mutlu ve huzurlu hissettiğim tek dakikalardı. Sonra Kerem bir anda bana “Neden kendini frenliyorsun?” diye sordu.

“Ne konuda?” diye sordum.

Açıklamaya çalıştı. “Yani duyguların konusunda, arzuların konusunda, tutkuların konusunda”

Ne demek istediğini anlamıştım ama bunun cevabını bilmiyormuş gibi bana sorması saçmaydı. Çünkü cevap bende değildi, bizzat Kerem’in kendisindeydi. “Kendimi frenliyorum çünkü yolun sonu görünmüyor. Yol sisli ve yolun sonunda duvara mı toslayacağım yoksa denize mi düşeceğim belli değil.”

Bu açıklamam karşısındaysa o “Yolda gördüğün sis değil, asbest… Senin karşında bir enkaz var. Bu enkazı kaldırırım ve yaralar sarılır diyorsan sakın bekleme… Ben tamamen asbeste bulanmış durumdayım. Ama arkadaşlık keyif veriyor diyorsan, sadece eğleneceğim diyorsan, keyfime bakacağım diyorsan, sinemaya konsere ne bileyim bir müze gezisine birlikte gideceğim biri olsun diyorsan ben buradayım. Ama o enkazın kalkmasını bekleme, ben entübeyim” diyerek bana cevap veriyor.

Hiçbir zaman kendi kendini dipsiz bir kuyuya hapsetmiş bir insanı çıkarmak için uğraşmadım. Ben içine düştüğüm derin kuyulardan hep tek başıma çıktım. En ufacık el uzatanım bile olmadı. Buna rağmen insanlara destek olmaktan ve onların zor zamanlarında yanlarında olmaktan hiç vazgeçmedim. Lakin bunu sadece gerçekten aydınlığa çıkmak isteyenler için yaptım. Çünkü aydınlığa inatla çıkmak istemeyen bir insan için hiçbir şey yapamazsınız. Hele ki bu kişiyi kısa süredir tanıyorsanız ve hayatında kadınlarla ilgili kötü deneyimleri olan bir adamsa ardınıza bakmadan koşarak uzaklaşın. O adamı ayağa kaldırmayı başarsanız bile ilk hançerini size saplayacaktır. Üstelik bunu yaparken kuracağı ilk cümle de “Ben istemedim, sen kendin geldin” olacaktır. Tabi bunu aydınlığa çıkmaya niyeti olmayan adamlar için söylüyorum.

Kerem aydınlığa çıkmak istemeyen bir adam gibi konuşuyordu fakat gel gelelim o kadar salaktı ki kendi bile gerçekten ne hissettiğini bilmiyordu? O kadar salaktı ki bilmiyordu, gerçekten karanlıkta, enkaz altında kalmak isteyen ve dışarı çıkamayacak kişi bu cümleleri kurmazdı. İnsan kendi durum tahlilini yapabilecek durumdaysa her enkazın altından da kalkabilir. Sadece bir yardım eli bekliyordur. Bana bekleme enkazdan çıkamam diyordu ama bir yandan da tüm dünyaya haykırıyordu. “Ulan şerefsizler, enkazın altında bıraktınız. Hala yaşıyorum, haydi gelip çıkartsanıza ölmüyorum ulan işte!”

Onun mesajlarını okuyunca gerçek düşüncelerimi yine ona söylemedim çünkü anlayabileceğini hiç sanmıyordum. O yüzden sadece gerçekleri söyledim. “Ben daha kendi enkazımı kendim yeni kaldırdım. Senin enkazını kaldıracak gücüm yok. He sen bana gel benim enkazı da birlikte kaldıralım dersen seninle birlik olur ve senin enkazını da kaldırırız. Ama sen böyle demiyorsun. Direkt asbestliyim diyerek bir kenara atıyorsun. O yüzden senin enkazına bulaşmayacağım”

Kerem durumu sıfır itirazsız kabullendi ve bende ona teklifimi sundum. “O zaman arkadaş olalım. Birlikte arkadaş olarak da eğlenebiliriz” dedim.

O ise gülüp araya espriler sıkıştırarak “Bende onu diyorum zaten” dedi.

Özünde Kerem’in dediği bu değildi. Kerem ‘birlikte eğleniyoruz, hem dokunuşlarımızla hem konuşmalarımızla, aynen bu şekilde devam edebilir her şey’ diyordu ama açıkça söylemiyordu. Bende bunun üstüne “Ruhuna gram dokunamıyorsam seni öpmemin de bir anlamı yok. Arkadaş kalalım” dedim.

İtiraz etmedi ve anlaşmalı olarak fiziki temaslardan uzak, birlikte vakit geçirmekten keyif alan iki arkadaş olarak kalmak konusunda anlaştık. Onunla arkadaş kalabilmek güzeldi en azından ona olan ilgimin ve alakamın yavaş yavaş eriyip gideceğini biliyordum. Lakin içimde ona karşı beslediğim derin arzuyu ve çekimi nasıl bastıracağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Geceleri yatağa uzandığımda onu düşünüyor, öpüşlerini ve dokunuşlarını hayal ediyordum.

Herhangi bir arabaya bindiğimde onun sıcacık kollarının beni sardığını hatırlıyor, yumuşacık saçlarında ellerimi dolaştırdığımı, nefesini nefesimde hissettiğimi, küçük öpücüklerle dudaklarını boynuma değdirişini hatırlıyordum. Daha önce kimse için düşünmediğim türlü türlü fantezileri kafamda onunla kuruyordum. Şaka gibiydi… Tamamen saçmalıktı… Onu bu kadar düşünmem için hiçbir sebep yoktu. Sıradan bir adamdı. Ateşli değildi. Hiçbir zaman beni zirvede bile bırakmadı. Neden beynimin içindeydi? Zor da olsa kurtulacaktım bu düşüncelerden başka yolu yoktu. Onunla arkadaş olarak vakit geçirdikçe zamanla sıradanlaşacak ve ona dair olan her şey eriyip gidecekti, tek yol buydu.

Bir gün eğlenceli bir şeyler yapmaya karar verdik. Arabayla gelmek istemediğini içki içeceğini söyledi. Benim için fark etmeyeceğini nasıl istiyorsa öyle hareket etmesini söyledim. Önce yemek yiyecektik sonrada içki içip dans etmek için bir yerlere gidecektik ve arabası olmayacaktı. Bingo! Araba olmayacak olması inanılmaz işime gelmişti çünkü toplum içindeyken ondan kaçabilecek gücü yalnız kaldığımda kendimde bulamıyordum. O yüzden inanılmaz keyifliydim. İki arkadaş olacaktık üstelik o gerçekten herkesin hayatında arkadaşı olarak isteyebileceği tatlılıkta bir insandı.

Kerem’in doğum gününe bir hafta on gün falan kalmıştı. Doğum gününde bir arada olamayacağımızı tahmin ettiğimden buluşmaya giderken ona birkaç ufak hediye götürmek istedim.

Bir keresinde Kerem ile buluştuğumuzda uzun uzun sohbet etmiştik. O sohbetimiz paralel evrenlere kadar gitmişti. Bir iki gün sonra ise bir arkadaşım bana kitap hediye etti. Kitabı okuduğumda Kerem ile sohbetlerimizin benzerlerinin yazıldığını gördüm. O yüzden aldığım küçük hediyelerin arasına o kitabı da alıp yerleştirdim. Amacım onu mutlu etmekti hiçbir şey beklemeden. Mutlu olmayı hak ediyordu ama sanmayın dışarıya yansıttığı Kerem için yaptım bunları, ben içeride kafeste tutulan neşeli küçük çocuk için yaptım.

Buluştuğumuzda kahvelerimizi içtik onu özlemiştim ama belli etmiyordum. Ona sım sıkı sarılmak geliyordu içimden, ellerini tutmak gözlerine uzun uzun bakmak, bedenimi bedenine yaslamak. Gülümsedikçe onun yüzünü okşamak ve ona dokunmak istiyordum. O her gözümün içine baktığında bacaklarımı sıkıca birbirine kenetlemekten ayağıma ağrılar girmiş ve bacaklarım uyuşmuştu. Aman tanrım bu çocuk ne yapıyordu bana böyle alt tarafı kahve içiyorduk ve ben eriyip gidiyordum.  Kahvelerimizi yudumlarken karşısında bütün hücrelerimle onu istiyordum ama o bana baktığında sadece etrafa gülümseyen ve sertçe duran bir kadın görüyordu.

Kerem’e hep samimi oldum ve hiçbir zaman yalan söylemedim. Ona söylediğim tek yalan ve yaptığım tek rol onu ne kadar istediğimi gizlemekti. Delicesine onu arzularken tüm duygularımı bastırmaktı. Dünya yansa umurumda olmayacağı anlarda ondan kaçmamdı. Ben daha önce hiç kimseye bu kadar çekilmemiştim. Üstelik bunun nedenini bile anlayamıyordum. Ben nedenini bilemezken Kerem’e bu konuda nasıl dürüst olacaktım ki? Zamana ihtiyacım vardı. Kendimi anlamak için zamana ihtiyacım vardı. Ama her şey bitmişti zaten artık arkadaştık ve arzularımı açıklamamın da bir anlamı yoktu.

Kahvelerden sonra yemeğimizi yedik. Yemeklerimizi yediğimiz yerin karşı kaldırımında duvarda Buika konserinin afişini gördüm. Tepki vermedim. O konsere de gitmek istiyordum ama Kerem ile birlikte gidebilir miydik bilmiyordum? Çünkü konserlerden sonrası pek arkadaşça bitmiyordu bizim için ve ayrıca o hiç bana bir konser teklifiyle gelmemişti. Beni az çok tanıyordu artık ve bu tarz şeyleri sevdiğimin farkındaydı. Ayrıca artık arkadaş olduğumuza göre belki de benim yerime başka bir kadını konserlere davet ederdi. O yüzden ne kadar çok istesem de Buika’dan bahsedemedim ona…

Yemeklerimizi de tamamen dostça yedik ve Kadıköy’e geçmek için trene bindik. Trene bindiğimizde anlamsız bir şekilde bana yakınlaşmıştı. Kolumu omuzuma attı sonra çekti ve sonra ben onun koluna girdim.

Dürtülerimi uyandırmamalısın çocuk, içimde sana karşı anlamlandıramadığım tutkulu bir canavar yatıyor!

Trende yolumuza devam ederken bir yandan da nereye gitsek diye karar vermeye çalışıyorduk. Onun telefonunun şarjı yoktu ve huzursuz hissediyordu. Benim telefonumdan konserlere bakarken Avrupa yakasında Dolu kadehi Ters tut adlı bir grubun konseri olduğunu gördük ve Kerem birden “Hadi karşıya geçelim. Eve uğrar biraz telefonu şarja takarım sonra da arabayı alır konsere gideriz. Ben seni eve bırakırım” dedi.

Teklifini kabul etmedim, edemezdim. İçimde saçma sapan bir canavar vardı ve tam Kerem ile arkadaş kalma anlaşmasını yeni imzalamışken o arzuların kölesi olmuş canavarın dışarı çıkmasına müsaade edemezdim.

“Hayır, olmaz. Sırf içki içeceğin için arabasız geldin ve şimdi tekrar eve mi gideceksin? Arabayı alacaksın. O zaman içki içemezsin”

Tüm sevimliliği ile karşı çıktı. “Sorun değil içmem. Hadi ama biraz beklenmedik bir şeyler yapalım. Eve gideriz telefon biraz şarj olur sonra da konsere gideriz.”

Tren Kadıköy’e yaklaşmıştı, bir karar vermek zorundaydık. “Olmaz. Kerem, başka zaman yaparız bu dediğini bugün olmaz.” Dilim olmaz diyordu ama o karşımda tüm sevimliliği ile bana gülümserken trenin ortasında dudaklarına yapışmamak için kendimi zor tutuyordum.

Sonra ona “Bak sana doğum günün için birkaç küçük hediye aldım. Sırf o yüzden de kocaman bir sırt çantası var yanımda” dedim.

Kerem afallamıştı “Nasıl yani?” diye sordu.

“Arabasız geleceğin için ve hediyelerini tüm gece elinde taşımaman için yanıma büyük çanta aldım”

Kerem bana inanmamıştı. “Hadi ama Aylin yapma. Büyük çantayı sırf benim için almış olamazsın”

Şaşırmıştım. “Ne yani bana inanmıyor musun?”

“İnanmıyorum”

Alınmıştım ve “Şaka mısın? Beni gece dışarı çıkarken ne zaman büyük çanta ile gördün? Geceleri rahat edebilmek için hep küçük çanta alırım. Bugün bunu sırf sen elinde poşetle dolaşma diye aldım ve sen bana inanmıyorsun. Peki, Kerem inanma o zaman. Seni inandırmak için hiçbir şey yapmayacağım” dedikten sonra sustum. O da susmuştu. Hiç tepki vermeden susmuştu. Çaktırmadan dönüp baktım ona ve düşündüm, seni kim bu kadar güvensiz bir adam haline getirdi? Seni düşünerek hareket etmiş olabileceğime inanman neden bu kadar zor? Sonra geçmiş konuşmalarımızdan birini hatırladım.

Bir gün Kerem ile konuşurken ona tıpkı içimde hissettiklerimi de yansıtacak sıcaklıkta bir cümle kurmuştum ve Kerem ise bana “Çok tatlı asılıyorsun” demişti. Ona “Evet, normalde öküzümdür ama binde bir böyle şeyler yapıyorum” demiştim.

Kerem yine o tepkisiz haliyle “Yapma, yemiyorum bunları” dedi. Şaşırmıştım. Nasıl oluyordu da ona verilen değeri kabul etmiyordu? Ben Kerem’e gösterdiğim sevimli tarafımı kimseye bu kadar çok göstermemiştim. Birçok adam bana donuk olduğumu ve ağzımdan hiç iyi bir şeyler duymadıklarını söyleyerek beni bırakmıştı. Şimdiyse Kerem benim tatlı hallerime inanmadığını söylüyordu. Oysa ben tamamen içimden geldiği gibi hareket ediyordum. Bugün düşünüyorum da o gerçekten bu tatlı cümlelerimi hak etmiş miydi? Neden diğer adamlara bu yönümü hiç göstermemiştim. Sanırım diğer adamlar hissetsin ya da hissetmesin her an güzel şeyler söylüyor, durumu kurtarmak için sürekli rol kesiyordu ve bunu hissettiğim içinse tatlı tarafımı onlara göstermeden koşarak kaçıyordum. Kerem ise tüm rahatsız eden durgunluğunun yanında sadece hissettiğinde tatlı dilini kullanıyor ve hareketlerine bunu yansıtıyordu. Bu adam tüm hareketlerinde samimiydi ya da ben öyle sanıyordum.

Tren Kadıköy durağına geldi ve ben “İnelim” dedim. O ise bana nazikçe sarılıp engel olarak “Hadi ama devam edelim. Konsere gidelim” dedi. Trenden inemedim. Binmiştik bir trene gidiyorduk bir bilinmeze, artık çok geçti ama yine de amacıma sadık kalacağım konusunda kendime söz verdim. Arkadaştık!

Trenden Kerem’in evinin olduğu yerde indik. Aniden midem yanmaya başlamıştı. Yediğimiz yemeğin dokunmasından kaynaklı olması olasıydı çünkü doktorumun yasaklı dediği ne varsa tüketmiştim. Bunun yanı sıra kendi duygularımı sürekli bastırmaya çalışmam da mide ağrıma tuz biber eklemişti. Kerem ise anlatıyordu. “Sen beni geçen hafta çağırdığında gelemedim çünkü bak park yeri buralarda bulunmuyor. Arabayı yerinden çıkartsam bir daha park edecek yer bulamazdım o yüzden gelemedim. Sana gel demiştim ama sen de ciddi olduğumu düşünmediğin için gelmemişsin. Şimdi gördün mü? Bak park yeri olmuyor hiç”

Kerem’i dinliyordum ama midem beni çok rahatsız ediyordu tepki veremedim. Kerem bir rahatsızlığımın olduğunu fark ederek sordu “Aylin, iyi misin? Dinliyor musun beni?”

“Evet, dinliyorum ama neden bana bunları anlatıyorsun? Sen bana ilk neden gelemediğini anlattığında ben sana inanmıştım. Bana bir şey kanıtlamana gerek yok. Ben senin bana söylediğin her şeye inanıyorum. Senin gibi değilim. Sense bir çantaya bile inanmıyorsun”

Kerem biraz bocalamıştı. “Evet, ben niye anlatıyorum bunu? Şey yani çanta olayına inanmadım değil ama kızlar hep büyük çanta takar ya… Hani şeyy… O yüzden…”

Midemin ağrısıyla yüzümü ekşitmiştim ve Kerem’in saçma inançsızlıklarından da sıkılmıştım. “Kaç kadın gördün sen gece dışarıya çıkarken büyük çanta kullanan?”

Kerem başka bir tuhaflık daha olduğunu hissederek “İyi misin sen?” diye sordu.

“Değilim midem yanıyor. Maden suyu içmem lazım”

“Tamam, bizim evde var. Eve gidince içersin. Yemek mi dokundu acaba? Yemeseydik keşke”

Midemi tutup, yanmasının geçmesi için dua ederken “Umarım başımıza daha büyük bir problem açmaz” dedim.

Eve geldiğimizde yanan midem ve ben balkonda acı çekerek otururken, Kerem var olduğunu sandığı maden suyunun evde olmadığını fark ederek panikle bakkala sipariş vermeye uğraşıyordu. Gülümseyerek onun o sevimli panik halini izliyordum. İnanılmaz sevimli ve doğaldı. Uzun zamandır o kadar tabi bir insan görmemiştim. Sanırım Kerem’i bile daha önce hiç o kadar doğal görmemiştim. Salt Kerem’di işte, orada duruyordu. Kendini asbestli ilan eden ama güneş gibi parladığının farkında olmayan Kerem…

Uzun mücadeleler sonunda maden suyuma ulaşmıştım ve midemin yanması hafiflemeye başlamıştı. Sonra Kerem bir anda beni dans etmeye kaldırdı. Dans etmeye başladık. Yorgundum, duygularımı bastırmaktan, ona karşı olan zaafımı ondan gizlemeye çalışmaktan, midemin yanmasından, arkadaşlığa dair aldığımız kararı yerine getirmeye çalışmaktan yorgundum. Ne kadar süre dans ettik bilmiyorum ama dudaklarımızın birbiriyle buluşması uzun sürmemişti. Onu içime çeke çeke öpüyordum ama bir yandan da delice kaçıp gitmek istiyordum. O sım sıkı bana sarıldığında onu ittirmek istiyordum ama hareketsiz kalıp her şeyi onun kontrolüne bırakıyordum. Beni odasına doğru götürmeye çalıştığında ancak itiraz edebildim ama işe yaramamıştı. İtirazlarıma ben bile kendimi inandıramıyordum ki onu inandırayım. Odasındaydım onun bedenini hissetmek istiyordum ama yapamıyordum. Ona dokunduğumda içimdeki alevin harlanmasını istiyordum ama yapamıyordum. Günlerdir en tehlikeli fantezilerimi süslemiş adamlaydım ama beynim hiç durmuyordu.

Bana asbestli olduğunu söyleyen adamın yatağında ne işim vardı? Fuck buddy mi olacaktım? Ben bunu istemiyordum. Bir anda durdum. Onu üzerimden ittirip yataktan fırladım ve üzerimi giyinip balkona çıktım. Sinirliydim ve bir sigara yakıp oturdum.

Usulca yanıma geldi ve sandalyelerden birine oturdu. Konuşmaya başladım. “Olmuyor, beynimin içinde bin tane tilki varken olmuyor işte… Sen benimle pazarlığa oturdun. Bu böyle olmaz ki! Hem ne olacak ki sevişsek? Ben zirveleri göremeden yine bitecek her şey… Hadi zirveyi gördüm diyelim benim seni her an bir daha görememe ihtimalim varken ne fark eder? Ben sonra ne yapacağım? Sana âşık olursam ne olacak? Sen benimle pazarlığa oturduğunun farkında mısın? Ben sana gel benimle evlen demiyorum, gel bana hemen aşkım cicim de demiyorum. Zaten sen bunları yapsan ben senden koşarak kaçarım. Ben yalnızlığıma alıştım. Öyle hemen birileri gelsin ve yalnızlığımı alsın benden istemiyorum. Ama baştan ben asbestliyim, yok enkazım falan da ne demek oluyor? Böyle şeyleri konuşmazsın, zamana yayarsın. İlla mutlu sonla bitecek diye bir şey yok ki! Bunu en iyi sen biliyorsun, o kadar uzun süreli bir ilişkin oldu ne oldu? Mutlu sonla mı bitti? Hayır. O yüzden amaç anı yaşamaksa anı yaşasana ama sen ne yapıyorsun? En başından sonu belli olmayacak bir şey için ikimize de sınır çiziyorsun. Sen sınırı sadece bana değil farkında olmadan kedine de çiziyorsun. Kendini bile sınırlıyorsun farkında değilsin. Kendine bile ‘hissedeceksen hissetme, zevk alacaksan alma’ diyorsun. Hayır, ben böyle bir şey istemiyorum.”

Derin bir sessizlik oldu ve sonrasında Kerem “Haklısın bu biraz pazarlık gibi oldu… Ben aslında seninleyken mutluyum, konuşmalarını seviyorum, yazdıklarını seviyorum. Senden hoşlanıyorum da… Ama bilmiyorum…” dedi.

Sessizce onun masum görünen suratını inceledim ve “O zaman sadece bırak aksın işte” dedim. Bir süre daha sessizce oturduk ve öpüşmeye başladık. Artık rahatlamıştım düşünmüyordum. Bu iş nasıl biterse bitsin artık tek hata yapan ben olmayacaktım. Artık Kerem’de bu hataya ortaktı. İkimizde, ikimizin ne istediğini biliyorduk. Ben onu dinlemiştim ve o da beni dinlemişti. Yani en azından ben onun beni dinlediğini sanıyordum, yanılmışım. Zerre dinlememiş hiçbir söylediğimi. Kafasında önyargılarıyla şekillendirdiği Aylin dışında başka bir Aylin hiç var olmamış. Bunları çok sonraları fark ettim.

O gece koltukta birlikte oturmuş müzik dinlerken “Bu şarkılarla beni tavladın” dedim.

Kerem’de belli belirsiz gülümsemesiyle “Kim kimi tavladı acaba” dedi. Şaşırmıştım, nasıl yani? Diye sormak geldi içimden ama yapmadım. O hissetmediği şeyleri söyleyen bir adam değildi. Onu tavlayanın ben olduğumu düşünüyorsa düşünsündü, en azından birazcık da olsa ruhuna dokunduğumu hissetmiştim.

Aniden bana “Siz kadınlar sevildiğinizi anlamak için illa bunu duymak istiyorsunuz değil mi?” diye sordu.

Şaşırmıştım. Bu çocuğun beni şaşırtmadığı hiçbir an olmayacak mıydı? İstediğim her şeyin vücut bulmuş hali gibi hareket edip sonra da bana fren mekanizmamı çalıştırmak zorunda kalacağım sözler söylüyordu. Bu büyük haksızlıktı, resmen bana gösterip elletmiyordu.

Asla sözcüklere ve verilen sözlere güvenen bir insan olmadım, beni tanıyan yakınlarımın hepsi bilir. Benim en büyük zevkim sözcüklerin ardındaki sırrı çözmektir. Bir insan konuşurken onun iç sesi bana adeta italik bir şekilde alt yazı geçer. O yüzden duyduklarım önemsizdir. Hissettiklerim önem taşır. Hele karşımdaki kişiyle duygusal bir şeyler yaşamam söz konusuysa sözcükler tamamen bir hiç olur. O insanın bana nasıl hissettirdiği ile ilgilenirim ve benimleyken o insanın nasıl hissettiği ile ilgilenirim. Mutlu muydu? Huzurlu görünüyor muydu? Sessizliği ile ne anlatmayı çalışıyordu? Sessizlikteki huzuru birkaç dakikalığına birlikte yaşayabilir miydik? Ben mutlu hissediyor muydum? Dokunuşlarındaki şehvette saklanmış sevgi var mıydı? Önemli olan bunlardı. İki kelimenin söylenmesine gerek yoktu, aşk sözcüklerine gerek yoktu. Dünya üstünde ‘aşkım’ kelimesinden benden daha çok nefret eden bir kadın var mı acaba merek ediyorum?

Bu tarz şeyleri arkadaşlarımla konuştuğumda bana “Yalnız öleceksin kızım sen! Aradığın gibi bir adam dünya üstünde yaşamıyor. Hem bunları yapacak hem de sanattan falan anlayacak… Çıtayı arşa çıkartıyorsun, bak cidden yalnız ölmek istemiyorsan bu çıtalardan vazgeçmen lazım” derlerdi. Bu cümleleri o kadar sık duymuşumdur ki sayısını hatırlamıyorum. El birliği ile de en sonunda beni pes ettirmişlerdi. Arkadaşlarıma hak vererek dünya üstünde böyle bir adam bulabilmenin mucize gibi bir şey olduğunu kabullenmiştim. Hatta o arkadaşlık uygulamasını kullanmaya ikna olmamın sebebi biraz da buydu, beklemekten yorulmuştum. Kendime “Ne olacaksa olsun? Kabullen, yok işte aradığın gibi birisi Aylin? Yalnız mı öleceksin? Gençlik geçiyor takıl işte” demiştim. Komikti, bunlardan vazgeçtiğim anda bu özelliklerin hepsini taşıyan ama yolunu kaybetmiş bir adamla karşılaşıyordum. Gerçekten böyle karmanın ben taaaa ağzına s***…

Şimdi ben bunları Kerem’e uzun uzun nasıl anlatacaktım? Zaten en ufacık şeye şüpheyle yaklaşıyordu. Kendisinin süper zekâ olduğuna o kadar güveniyordu ki ona ettiğim iltifatların sadece kendisine özel olduğunu bile o süper zekasıyla kavrayamıyordu. Kerem Bey süper zekâ ya… Kendince anlıyor beni ya hani, büyük çanta alma sebebimin onu rahat ettirmek olduğuna inanmıyor ya... Şimdi tutup bunları anlatsam inanır mıydı? Hiç sanmıyorum. Kendisi hareketlerinin anlaşılmadığından yakınıp duruyordu ama benim hareketlerimi asla anlamıyordu.  

Sorusunu ilk seferde iliklerime kadar anlamama rağmen “Ne demek istediğini anlamadım” dedim.

Kerem tekrarladı. “Siz kadınlar sevildiğinizi illa sözcüklerle duymak istiyorsunuz. Hareketler sizin için yeterli olmuyor değil mi?”

Yan yana oturuyorduk onun kanatları altındaydım ve şöyle hafifçe kafamı kaldırıp ona baktım. Salak çocuk! Sen bana hiç sözcüklerinle seni seviyorum dedin mi? Demedin. Hiç sözcükleri kullanmadın. Peki… Sence ben, bana seni seviyorum demeyen bir adamı ikinci kez öper miyim? Bana seni seviyorum demeyen bir adamla sevişir miyim? Bunların hepsini onun gözlerinin içine bakarak içimden söylemiştim ve tekrar başımı onun omzuna yaslarken de sesli olarak sadece “Benim sevildiğimi duymama gerek yok. Bunu hissediyorum. Sevildiğini kulaklarıyla duymaya ihtiyacı olan kadınlardan değilim” dedim. Cevap vermedi, muhtemelen inanmadı ama bana daha sıkı sarıldı. Belki de inanmıştı kim bilir…

Balkona tekrar sigara içmeye çıktığımızda ülkeleri konuşmaya başladık ve ona arabasında fado’nun çaldığını duyduğumdaki şaşkınlığımdan bahsettim. Sonrasında Portekiz hakkında konuştuk. Ona Lizbon’u görmeyi çok istediğimi söyledim ve biraz hayallerimden bahsettim. O da bana Portekiz’e hiç gitmediğini kendisinin de merak ettiğini anlattı. Sonra bir süre sessizce huzurla sessizliği dinledik. Tüm gece bu şekilde akıp geçti ve artık eve gitme vaktim geldiğinde onu öpmeye doyamaz halde bulmuştum kendimi. Bunun tek bir sebebi vardı. İçten içe kendime “Aylin bu adamı son görüşün olabilir, doya doya öp” diyordum.

Evime geldiğimde mutluydum. Sabah uyandığımda günaydın mesajı beklemiyordum ya da sonraki günlerde bana aşkımlı canımlı cicimli mesajlar atmasını hiç beklemiyordum. Biliyordum Kerem oralarda bir yerlerdeydi ve bu kadarı yeterliydi. Böylesi güzeldi. Lakin bu duruma bir isim vermem gerekiyordu. Kerem aslan burcuydu ve burcunun özelliklerini taşıyordu. Hayatı da kısmen Aslan Kral Simba’yı anımsatıyordu. Simba’nın omuzlarına genç yaşta sorumluluklar yüklenmiştir ve yaşanan kötü olayların önüne geçemeyeceğinin farkında olmadan kendini suçlar. Evini terk eder ve hakuna matataya gider. Hakuna matata tüm hayvanların kaçış noktasıdır. Burada eğlenceden ve keyif veren şeylerden başka hiçbir şey bulunmaz. İşte tam olarak Simba, Kerem’di. Kerem Aslan Kral’dı bense hakuna matata’ya sığınan bir başka hayvandım. Birlikte geçirdiğimiz o anlarsa tam olarak hakuna matataydı.

Kerem’in doğum gününde ona özel bir doğum günü videosu çektim. Videoda doğum gününü kutlayıp ilk defa ona hakuna matatadan bahsettim. Büyük büyük tepkiler vererek teşekkür etmedi. Hatta videoları ona sabah göndermeme rağmen akşam gördü. Umursamadım. Kerem’di bu ve ben sadece akıştaydım. Birine fotoğraflar yollamak ya da video çekmek hiç benlik değildi, benim için yeni şeylerdi bunlar ama içimden geliyordu. Ben ne istiyorsam ne hissediyorsam onu yapıyordum ve bunu ondan herhangi bir beklentim olmadan yapıyordum.

Kerem videoları izlediğinde ilginç bir tepki daha vermişti. “Sen zaten bana hediyelerini vermiştin. Tekrar kutlayacağını düşünmemiştim”

 Nasıl yani? Neden bu adam, ona değer verildiğini gösteren hareketleri kabul etmekte bu kadar zorlanıyor? Tamam, bende bana iltifat edildiğinde utanırım ama birisi benim için küçücük özel bir şey yaptığında bunu kabul ederim. Kerem, öyle değildi ve yapılan her iyiliğin güzelliğin ardında bir neden arıyordu, bir çıkarcılık arıyordu. Onun sevimli bir suratı ve iyi bir kalbi olduğunu bilmesem hiç gerçekten sevilmediğini düşünürdüm.  

Onun verdiği bu ilginç tepki karşısında sadece “O gün doğum günün değildi. Hediyeler başka, doğum gününde seni kutlamak başka…” diyebilmiştim.

Yaklaşık bir hafta sonra bir sabah Kerem’in instagram hikayesinde Lizbon’da olduğunu gördüm. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Ben hayal ediyordum adam hayal ettiğim özellikleri karakterinde taşımaya başlıyordu, ben hayal ediyordum adam başka bir kadınla konsere gidiyordu, ben hayal ediyordum adam Lizbon’a gidiyordu. Üstelik son görüşmemizde karşılıklı oturup Lizbon muhabbeti yaptığımız halde de bana Lizbon’a gideceğini söylememişti.

Yataktan fırladım ve ağlayarak yatağımın yanında asılı olan Dünya haritasını yırttım, yırttım, yırttım. Ben hayal ediyordum adam gerçekleştiriyordu. Baktığındaysa asbestli olan oydu bense hayatın içerisinde neşeyle yaşayan kadın… Hangimiz daha asbestliydi acaba? Hangimizin tuttuğu her dal kuru çıkıyordu? Hangimiz okyanusun ortasında yüzmeye çalıştıkça batıyordu? Hangimiz her düzlüğe çıktım tamam dediği anda yeniden düşüyordu? Hangimiz kendini hapsolmuş gibi hissettiği halde kaçıp uzaklaşamıyordu?

Kendimi delirecekmiş gibi hissediyor kaçıp bir süreliğine uzaklara gitmek istiyor, tanıdığım hiç kimsenin suratını aylarca görmek istemiyordum. Güvenebileceğim hiç kimse, sırtımı yaslayabileceğim hiçbir dayanağımın kalmadığını düşünüyordum. Çabaladıkça dibe çekiliyordum ama çabalamaya devam ediyordum. Tedavimi aksatıp ilaçlarımı bile almamaya başlamış kendimi tamamen salmıştım. Tüm bunlara rağmen, tüm bu hissettiklerime rağmen de hala gülmeye çalışıyordum. Kalbim yorgundu, tek başıma mücadele etmeye gücüm yoktu. Herkesi ve her şeyi organize edip, her şeye yetişmeye çalışırken kendimi unutmuştum. Beynimin sustuğu tek bir anım yoktu. Doktorumun “psikoloğa gitmen lazım, biriyle konuşman lazım” cümleleri beynimde yankılanıyordu ama inatla istemiyordum. Beni para karşılığı dinleyecek birine değil bir dosta ihtiyacım vardı. Yüzüme baktığında gülümsememin altındaki hüzünlü yorgun küçük Aylin’i görebilecek birine ihtiyacım vardı. Her zaman kendimi toparlamayı başarmıştım yine başarabilirdim.

Hislerimin ve dayanma gücümün bitmeye başladığını hissediyordum ve buna rağmen gülümsemeye, anı yakalamaya, hayat denen şeyin zorlu bir serüven olduğunu kabullenmeye çalışıyordum. Kabullenmiştim de… Bu yüzdendi hala daha ufak şeylerden mutlu olabilmemin, insanlara güvenebilmemin, herkesin iyi yönlerini görebilmemin nedeni. Peki, ben bunca şeye rağmen ayakta kalabilirken neden rest çeken Kerem oluyordu? Neden asbestliyim, enkazım, bekleme beni diyebilen Kerem oluyordu? Hissettiklerini ifade edebildiği için ne kadar şanslı olduğunu bile bilmiyordu. Ben kimseye hiçbir zaman boğazım sıkılıyormuş gibi nefessiz kaldığımı hissetsem bile bu cümleleri söyleyemedim. Ben kötü hissettiğimi, dipte olduğumu hiçbir zaman kimseye söyleyemedim. Sırf bunu söyleyebilmek bile ne büyük başarıydı.

Bana neden söylememişti Lizbon’a gideceğini? Söylese ona ne diyecektim ki? Birlikte mi gidelim diyecektim? Asla! Lizbon’a bir erkekle gidemem. Hiç kimseye o kadar güveneceğimi düşünmüyorum. Bana özel olmasını istediğim anları hiçbir erkekle harcamaya cesaret edemem, hele ki Kerem ile asla yapmam. Her görüşmemizde son öpücüğüm olabilir diyerek öptüğüm bir adamla asla Lizbon hayali kuramam, kurmam. Çünkü o gittiğinde kaybettiğim en önemli şey masum hayallerim olur. Ben yalnızlığa alıştım ve kimseyi hayatıma o kadar dahil edecek kadar cesaretim yok.

Neden söylemez ki insan? Düşünüyordum düşünüyordum ama asla anlayamıyordum. Bir kadınla sevişeceksin, aileni, arkadaşlarını, kalp kırıklıklarını konuşacaksın, özel denilecek anlar yaşayacaksın, Lizbon üzerine muhabbet edeceksin ama birkaç hafta sonra Lizbon’a gitmeyi planladığını söylemeyeceksin. Gözümün içine baka baka saatlerce sohbet edeceksin ama tek kelime etmeyeceksin. İnsan nasıl dayanır söylemeden? Samimiyet bunun neresinde? Arkadaşlarım haklı mıydı? Kerem samimi görünen ama özünde sahteliklerle dolu, içten pazarlıklı bir adam mıydı? Onun samimiyetine inanarak kendimi mi kandırıyordum? O sadece bir avcı mıydı?

Düşündüm ve öfkemin içimde patlamasının hiçbir yararı olmadığına karar verdim. Bana samimiyetsiz davrandıysa ve sinirlerimi altüst ettiyse ben de onu gıcık edecektim. Hiç düşünmeden mesaj attım. Bana göre hayatımdaki en sitemkâr mesajdı arkadaşlarıma göreyse sitem etmenin yanından bile geçememiştim. İtiraf ediyorum, kırılsam dökülsem bile kimseyi kırmak istemediğim için trip atamıyorum ve sanırım yine becerememiştim. Ona sadece şöyle dedim. “Muhabbeti açıldığı halde gideceğini söylemedin. Sandığımdan daha ketummuşsun” Evet, biliyorum asla yeteri kadar sitem içermiyor.

Çok geçmeden karşılık verdi. “Annemlere bile söylemedim. Kimse bilmiyordu, yıldızım çok düşük hep aksilikler yaşıyorum bu defa kimseye söylemek istemedim. Yalnız geldim.”

Yine kendimle ilgili hep düşündüğüm ama kimseye söyleyemediğim bir cümleyi daha Kerem’in ağzından duymuştum. “Yıldızım düşük!” Ama hayır, bu defa yelkenleri indirmeyecektim.

“Eminim nazar değmez şimdi” dedim.

“Herkes neden bana kızıyor? Arkadaşlarım da tepki gösterdi. Anlayamıyorum” diye karşılık veriyor.

“Arkadaşlarınla da ilk tanışmanda Portekiz muhabbeti yaptıysan ve onları da son görmende özellikle Lizbon hakkında konuştuysan bu senin için sıradan bir olay olabilir. Tabi haklısın” diyorum.

Gittikçe sinir katsayım artıyordu. Bu bana hayatın oynadığı bir şaka mıydı? Yüzde kaç ihtimal bu tarz bir olay yaşanır, çok mu sıradan bir tesadüftü bu da sadece bana ilginç geliyordu.

Sonra bir süre sadece oturdum ve düşündüm. Kendimi düşündüm. Canım çok sıkkındı, hissizleşmeye başlayarak bu hissizleşmeden korktuğum bir dönemdeydim. Arkadaşlarımdan bile kaçmak istiyordum. Kaçabilseydim kaçardım. Peki, ufak bir kaçamak yapmak istesem kimseye söyler miydim? Her şeyi birkaç günlüğüne arkamda bırakıp uzaklaşacak olsam kimseye haber verir miydim? Hayır! Hiç kimseye söylemez sessiz sedasız giderdim ve olabildiğince sessiz sedasız da dönerdim. Bana özel, sadece bana özel günler geçirirdim. Kerem’e söyler miydim? Ona söyleyebilirdim. O benim kaçış noktamdı ve birbirimiz dışında hayatımızda başka hiçbir ortak paylaşımımız yoktu. Çevremiz, semtlerimiz, okullarımız her şey farklıydı. Üstüne üstlük muhabbette açılmışsa dayanamaz söylerdim. Ama belli ki Kerem benden daha ketumdu ve benden daha güvensiz bir yapısı olduğu da düşünülürse onun bana bile söylememiş olması normaldi. Lanet olsun! Yine empati yapıp onu anlamıştım, lanet olsun!

Ona mesaj attım ve “Madem oradasın iyi eğlen” dedikten sonra Lizbon’a gittiğimde ilk yapmak istediğim her şeyi sıraladım. En azından birimiz okyanusun kokusunu içine çekip birkaç gün huzurlu hissedecekti. Sonra bana Lizbon’un kokusunu üstünde taşıyan bir hediye almadan geri dönmemesini söyledim.

“Zaten bunu düşünmüştüm. Senin söylemene şu an çok uyuz oldum” dedi.

Düşünebileceğine inanıyorum. Mellon, “Asla düşünmemiştir sen salak mısın Aylin?” demişti ama Kerem’i tanıyan bendim ve biliyordum. Kerem istediğinde ama sadece istediğinde her şeyi görecek ve düşünebilecek bir adamdı. Sadece tam göreceği zaman korkakça başını çevirmeye başladığı bir zamanına denk gelmiştim. O yüzden biliyordum. Canı istemese tek kelime bile etmezdi ve elleri bom boş dönerdi.

Lizbon’dayken hiç değilse daha sık fotoğraf paylaşmasını isterdim. Bu Lizbon’u onun gözleriyle görmek anlamına gelirdi ama o her zamanki gibi hiç doğru düzgün bir fotoğraf paylaşmamıştı. Sonra ona mesaj attım ve cevap vermedi. Bozulmuştum ama üstünde durmamıştım. Olabilirdi, adam huzur duyacağı birkaç gün geçirmek için İstanbul’dan kaçmış telefon elinde mi dolaşacaktı.

Kerem, Lizbon’dan dönmüştü ama onun işleri benim işlerim derken görüşemedik. Açık konuşacağım bende onu aramak istemedim. Her seyahat insanı biraz değiştirir o yüzden de döndüğünde Kerem’in biraz kendini dinlemeye ihtiyacı olabileceğini, belki de hayatında yeni kararlar almış olabileceğini düşündüm. Sıkıştırılmamaya ve yalnız kalmaya ihtiyacı olabilirdi. Kerem’e saygı göstermeli ve onun aramasını beklemeliydim. Yani yine kendimi düşündüm ve ben olsam bana böyle davranılmasını isterdim. Arkadaşlarım bana her şeye inanılmaz saf baktığımı söylüyordu ama elimde değildi ki ben sadece ben olsam öyle isterdim diye düşünerek hareket ediyordum.

Nitekim sonunda bir şekilde o beni dürttü. Kerem aynı Kerem’di. Mesajlara geç cevap veren, kısa kısa konuşan ama yine de arada sırada dürtmeyi ihmal etmeyen Kerem’di.

Kızlarla buluşup yemek yemeye sahile gittiğimiz bir gün sohbet ederken onlara Kerem’den bahsettim. Kızların birisi “Yani tam olarak ne yapıyorsunuz anlamadım” dedi.

“Yani birlikte eğleniyoruz. Takılıyoruz. Kaçış noktası gibi düşün” dedim.

“Daha fazlasını istemiyor musun? Bu hiç net bir olay değil. Netlik istemeyeceğine emin misin Aylin?”

Biraz durup düşündükten sonra kem küm ederek “Bence gayet net gibi… Aslında değil… Ama farklı bir durum işte…” dedim ve sonrasında konuşmamı hızlandırarak devam ettim. “Kerem’den hiçbir şey beklemiyorum ve bu benim rahat olmamı sağlıyor. Beni germiyor. Anlasanıza. Neredeydin? Neden aramadın? Geç mi kaldın? Bu sabah niye günaydın demedin? Arkadaşlarımla dışarıdayım dedim insan hiç mi arayıp sormaz? İnsan hiç mi merak etmez? Neden hiç bana güzel bir şeyler söylemiyorsun? Müsait olunca arayacağım dedin ancak altı saat sonra mı müsait olabiliyorsun?” Hızlı hızlı soruları sıraladıktan sonra kısa bir nefes aldım ve “Ben bunlardan çok sıkıldım. Ben bunları yaşamak istemiyorum. Güvenmekse güveniyorum işte, yalansızsa yalansız, eğlenceyse eğlence… Ben Kerem’in benimle adı konmayan bir ilişkisi var diye gidip başka bir kadınla da olacağını düşünmüyorum, öyle bir adam değil… Yani en azından şimdilik… Eee neden illa bir adı olmak zorunda? Zaman gösterir benim acelem yok”

Arkadaşım pür dikkat beni dinlemişti. Dudaklarını ısırdı bir sağına bir soluna baktı. Belli ki kafasından geçeni sormaya çekiniyordu. Onu gevşetmek için “Ne düşünüyorsun? Söyle kızmayacağım” dedim.

Başını bana çevirdi ve aniden “Sen bu çocuğa aşık mısın?” dedi.

Kala kalmıştım, sigaramın dumanı boğazıma kaçtı ve öksürdüm. Bu hiç düşünmediğim bir konuydu. Aşık mıydım? Aşık olmuş olabilir miydim? Hayır, dedim kendi kendime aşık değilim. Düşündüm.

Arkadaşım “Ne oldu? Neden cevap vermiyorsun?” diye sordu.

“Düşünüyordum. Aşık olduğumu sanmıyorum. Hayır, biz sadece birbirimizden hoşlanıyoruz.”

Arkadaşım “Aylin, sen hayatında kaç kişiye bedenen bu kadar yaklaştın?” diye sordu.

Bozulmuştum. “Ben sana bu konu hakkında bir şey söylediğimi hatırlamıyorum”

Sakince “Aylin, bir şey anlatmana gerek yok. Çocuk değiliz gecenin bir yarısı evlere dönüyorsun. Yüzün çocuktan bahsederken başka gülüyor. Arkadaşım, sen Murat’an hoşlandığını hatta sevdiğini söylerken bile ona uzun saatler katlanamıyordun. Çocuk iki ay sırf seni öpebilmek için önümüzde on takla attı yine başaramadı. Sen bunların farkında mısın?” diye sordu.

Nettim cevabımı yapıştırdım. “Murat yılışığın tekiydi. Nerede ne zaman ne yapması gerektiğini asla bilmiyordu. Sadece zamanlamalar kötüydü. Adamlar istediğim kalitede değildi hepsi bu”

Başını sallayarak “Hepsi bu kadar yani… Adamlar aradığın bilgi birikimine sahip değildi” dedi.

“Evet, değillerdi. Sanki herhangi biriyle bir şey yaşasam ömrümün sonuna kadar kafese kapatılacakmışım gibi hissediyordum.” Göbeğimi ovuşturdum ve kaba saba bir adam taklidi yaparak, “Seviştiğimiz zaman sadece benim olacaksın. Ohhh Ohh çok güzel olacak. Amanın ne kadar şanslı bir adamım ben, benim olacaksın” dedim.

Arkadaşım güldü. “İlahi Aylin, alemsin ya”

“Ama öyle kızım. Ben evlenmek istemiyorum. Yani en azından şu an için istemiyorum. Hem ayrıca seviştim diye bir adamın dünyanın en kutsal şeyi elde ettiğini düşünmesini de istemiyorum.  Bu kutsal bir şey değil. Ben sadece hissedilmek, değer gördüğümden emin olmak, arzulanmak istiyorum ya… Seviştik diye bir adam kendini niye iyi hissediyor? Yani tabi iyi hissetsin ama bunu bir başarı olarak niye görsün? Komik ya...”

Arkadaşım sonunda ne demek istediğimi anlamıştı. “Anladım. Sen sadece hissettiğin gibi yaşamak istiyorsun. Birilerine keyif bağışlamak istemiyorsun. Çift taraflı anın büyüsüyle alınan zevki yaşamak istiyorsun. Doğru haklısın, bundan önceki tüm adamlar büyük bir başarı elde etmiş gibi hissederdi. Hepsini tanıyorum”

Rahatlamıştım ve “Heh! Sonunda anlayabildin” dedim ama arkadaşımın karın ağrısı hala geçmemişti. Bir süre daha kıvrandıktan sonra konuştu.

“Ama Aylin, senin anlattığın çocuk çok sen gibi farkında mısın?”

Başımı iki yana salladım. “Hayır, değil.”

Arkadaşım ısrar etti. “Aylin, sen değil misin her canın sıkıldığında bir tarihi binanın gölgesine sığınan? Kızım gittiğimiz her yerde bina inceliyorsun. Yahu gidip zevk için mimarlık konferanslarına girip sonra gidip mimari tarzlar kitabı almadın mı?”

İtiraz ettim. “Tatlım, biz buna genel kültür diyoruz.”

Dalga geçerek “He he tamam, Lizbon da genel kültür” dedi.

“O başka bir olay. Tesadüfi şeylere bakıp siz aynısınız demek çok saçma, bir kere hayata bakış açımız farklı”

Aylin dalga geçmeyi sürdürdü. “Evet, hayata bakış açınız gerçekten farklı o yüzden ulu orta yerde insanların düğünleriyle dalga geçiyordunuz.”

Sinirlenmiştim. “Sen saçma sapan konuşmayı artık kessen ve ne demek istiyorsan açıkça söylesen artık nasıl olur?”

Omuzlarını silkip dudaklarını büktü. “Ben bir şey demiyorum. Sadece dikkat et Aylin”

“Dikkat edecek bir şey yok. Offf keşke sana bir şey anlatmasaydım.”

Masanın üzerine doğru eğilip bana yaklaştı. “Sadece duygusal anlamda üzülmeni istemiyorum. Sağa sola koşturmaktan sen kendini uzun zamandır dinlemiyorsun. Dur ve kendini dinle diyorum.”

Bende ona doğru yaklaştım ve “Ben ilk defa kendimi dinliyorum ve canım ne isterse onu yapıyorum. Keyfim yerinde ve bana karşı yapılan herhangi bir saygısızlık hissetmediğim müddetçe de keyfimin keyfini süreceğim” dedim.

Pes etmişti. “Tamam, konuyu kapatıyorum.”

“Teşekkür ederim.”

Arkadaşımdan ayrıldığımda kendimi boğulacak gibi hissediyordum. Canım sıkılmıştı, kaçasım vardı da kaçacak yerim yoktu. Hayatımdaki her şeyi değiştirmek istiyordum. Arkadaşlarımı, evimi hatta yaşadığım şehri, hatta ülkeyi, saçımı, kendimi, aynaya bakan yüzümü bile değiştirmek istiyordum. Bir yerlere kaçmak ve orada sıfırdan yep yeni bir hayat istiyordum. Artık eskiden tanıdığım hiçbir şeye tahammülüm kalmamıştı. Sonra kaçış noktama sarıldım. Kaçış noktamı özlemiştim. Son birkaç gündür inanılmaz kopuk bir sohbetimiz olmasına rağmen ve duruma biraz kırılmış olmama rağmen Kerem’e onu görmek istediğimi yazdım. Kerem cevap verdi ve sonra buluşacağımız günü kararlaştırdık.

Buluşacağımız güne kadar ona hiçbir şey yazmamıştım çünkü son zamanlarda görüşme teklifi hep benden ona gidiyordu. Sürekli olarak mesajlarıma cevap vermeyen, verse bile muhabbeti çabucak kesip uzaklaşan o oluyordu. O yüzden buluşacağımız güne kadar bir daha onu aramadım. Bir kez de o merak edip haber alsın benden diye bekledim.

Buluşacağımız gün geldiğindeyse hiç sesi sedası çıkmadı. Sonunda aradım. Buluşacağımızı unuttuğunu çok fazla ani gelişen olay olduğunu söyledi ve üstüne üstlük beni suçlayarak “İnsan arada hâl hatır sorar. Bir hatırlatır tabi ki unuturum” dedi. Aman Allahlım! Karşımda manipülasyoncu bir adam vardı!

“Benim mi aramam gerekiyordu? Farkında mısın zaten seni özlediğini söyleyen ve buluşmak isteyen de bendim” dedim.

Kerem, durumu hızla kabullenip “Tamam o zaman yarın görüşelim. Ya da diğer gün” demeye başladı.

Sinirlenmiştim. Bir özür dile, ekmişsin beni! Hayır, ekilmemişim bile keşke ekilsem, unutulmuşum. Bir kez özür dileyince bitiyor mu? Bu ne saygısızlık? Hiç mi değerimiz yok? Ben arkadaşlarıma bu şekilde davranamam, bir arkadaşımla buluşacağımı unutsam bin kez özür diler gönlünü almaya çalışırım. Affetmezse hediyelerle falan giderim. Bu normal insani bir iletişimdir ama bunları Kerem’e söylesem yine beni manipüle etmeye çalışarak “Benden kimse bir şey beklemesin. Ben zaten neler çekiyorum haberin var mı?” diyerek beni suçlamaya çalışacaktı. Onun vereceği tepkileri artık öncesinde görebiliyordum. Benim ondan bir beklentim olduğunu düşünecekti ve asla bunun bir beklenti meselesi değil sadece insanlık, arkadaşlık iletişiminde kabalık olduğunu ona anlatamayacaktım.

Ona sadece “Bu saygısızlığını kabul etmiyorum” demekle yetindim.

Kerem ise “Sana çözüm üretmeye çalışıyorum ama sen basma kalıp hareket ediyorsun” dedi. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Şimdiyse tüm kadınlarla aynı kefeye koymuştu beni!

“Benim yerimde başka kadın olsa acaba şu an sana neler saydırıyordu ne hakaretler ediyor ne triplere giriyordu. Basma kalıpmış. Unutulduğum için sinirden küplere binmek basma kalıp bir hareketmiş. Elbette ki her insan, eğer insansa unutulduğunu görünce sinirlenir. Eğer insansa tabi!” demek istedim ama yine diyemedim. Sadece ona Daha fazla onunla konuşmak istemediğimi söyledim ve sustum.

Kerem’i görseydim o an bir kaşık suda boğabilirdim. Böyle dediğime bakmayın tek bir özür dilerim cümlesiyle de hemen yelkenlerimi indirirdim. Ben özür dileyebilme cesareti ve güveni olan insanlara dayanamıyorum. Hatasını gerçekten farkında olarak özür dileyen bir insana karşı asla somurtamam. Hem zaten hatasını anlamış bir insana somurtmanın da bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Hatasını anlamış işte daha ne yapacaksın ki? Ayağından tavana mı asacaksın? Önemli olan tek şey hatanın tekrarlanmaması ve bunu da zaten zaman gösterecektir. Kısaca dilenen özür içtense kabul edip, bir daha aynı hatanın tekrarlanmamasını umut ederek affetmekten başka mantıklı bir çözümde yok.

Kerem’le de aynen böyle oldu. Bir kez özür diledi ve ben hemen peki dedim. Tartışmamızdan birkaç gece sonra dışarı çıktık. Ona karşı nasıl hareket edeceğimi kestiremediğim bir noktadaydım. Arabaya bindim ve o bana öyle bir sarıldı ki daha önce hiç öyle sarılmamıştı. Sıcacıktı ve yüzünde muhteşem bir gülümseme vardı. Onu gerçekten özlemiştim. Şaşkınlık içinde ona kala kalmıştım ve Kerem “Hani özlemiştin. Bu kadar mıydı?” diye sordu.

Anlatamadım. Diyemedim. “İçinde kafese kapattığın neşeli çocuğu ilk defa görüyorum. Şaşkınlığım bu yüzden” diyemedim.

Beni öptü ve sonrasında “Hani nerede? Özlemiştin, tutku yok” dedi.

Ah be adam! Tutkuyu serbest bıraksam ulu orta kim durduracak beni? Ellerini sıkıca tutmak, gözlerine baktıktan sonra dudaklarına dudaklarımı bastırmak, kollarının bana dolandığını hissetmek istiyorum. Ellerinin bedenimin üzerindeki hareketlerini takip ederek, nefesini nefesimde duymak istiyorum. Sana sadece sıkıca sarılmak değil, seninle bütün olmak istiyorum. Bir bütün olmak ve sanki sen benim bir parçammışçasına özlemimin içinde kaybolmak istiyorum. İçimde alev almış bir canavar var.

Nasıl diyeyim ben sana bunları? İçime gelip aniden körüklenen ve seni gördüğümde sürekli ortaya çıkmaya çalışan bu canavarı ben tanımıyorum ki sana nasıl anlatayım?

Sahilde arabadan inip yürümeye başladığımızda beni daha önce hiç öpmediği kadar içten öptü, belki de ruhuna dokunduğumu hissettiğim tek andı. Yüzü çok aydınlıktı, ilk defa mutlu gibi görünüyordu. Elimi tutuşu, yürümesi, bakışları farklıydı. Sonradan çok düşündüm acaba bana mı farklı gelmişti? Ben mi farklı görmek istemiştim diye ama hiç sanmıyorum gerçekten farklıydı. Yürürken bana sarılması farklıydı, bu yeniydi… Sonra beni elimden tuttu ve dans edermişçesine döndürdü. Kaldırımın köşesinde ben kaldırım üstedeydim o ise aşağıdaydı, boylarımız denkleşmişti. Onu kendime çektim ilk defa, ilk defa onu tüm benliğimde hissederek öptüm. O kadar sevimliydi ki bunun tarifi yok. Kelimelerle ifade edebileceğim bir an değildi.

Normalde hep dimdik ve gergin bir yürüyüşü olurdu ama o gece sanki dans ediyor gibi yürüyordu. O gece ilk defa ona… İlk defa o gece kalbimin delice çarptığını hissettim. Kalbimin artık yerinde olup olmadığını bile bilmiyordum ve bir anda sanki bana orada olduğunu hissettirdi. Kalbim “Bak hala atıyorum. Hala içerdeyim” dedi. Kalbim yerinden fırlamak üzereydi sanki Kerem’i ilk kez görüyor gibiydim.

Kalbim bana fısıldadı

- Gözünde belki de milyon kez canlandırdığın hayallerini hep gerçek dünyada aradın. Bulduğun tek şey ise sana hayal kırıklıkları veren insanlar oldu. Şimdiyse hiç hayal kurmadan, sadece hayatın akışını yaşarken bu adam sana tüm sıcaklığıyla gülümsüyor. Onu kaybedeceğini bilerek, onun sevimli gülümsemesinin sana ait olmadığını bilerek, kabinin atışlarını dinliyorsun. Yıllardır derinlere gömdüğün ve kimseler için çıkartmadığın kalbin şimdi dışarı çıktı. Beynin, mantığın ve kalbin büyük bir savaşa tutuşacak. Saçmalayacaksın, bocalayacaksın ve düşeceksin. Yıllardır düşmemek için direndin ama artık düşme vakti. Hislerini, inançlarını, güvenini kaybetmemek için hayata karşı hep umudunu yaşattın. Lakin ben kalbin, gömdüğün derinliklerden bu gece dışarı çıktım. Seni düşürmek için… Çünkü düşmen gerek. Düşmenin vakti çoktan geldi de geçiyor.

 

Mantığım kalbime haykırdı.

 

-Biliyorum. Beni çok zorladın. Haklıydılar. Hep dim dik durdum, sandım ki… Sandım ki sadece kendimi korursam ve mücadeleyi asla bırakmazsam sen doğru zamanda gömdüğüm yerden çıkarsın. Doğru kişiyi gördüğünde gün yüzüne çıkarsın sandım. Ama çok yanlış zamanda dışarı çıkıyorsun. Beni, mantığı öldürmeye çalışıyorsun. Ölmem mümkün değil! Bu sadece Aylin’i hissizleştirir! Aylin’e de bana da kendine de zarar vereceksin! Bu yorgun kalpli ama sevimli suratlı adama karşı hiç gün yüzüne çıkmamalıydın. Kalp! Kalp sen bizi uzun sürecek bir hissizliğe mahkûm etmek istiyorsun. Yapma!

Kalbimi de mantığımı da susturmaya çalıştım. Başaramayınca Kerem’i dinledim. Dakikalarca Portekiz’i sordum ona ve o da anlattı. O anlatırken içimden sürekli bir şeyler kopuyordu. Güneş doğacak Kerem gidecek ve ben renksiz hayatıma geri dönecektim.

Kerem’e beni nasıl unuttuğunu sordum. Telefondaki açıklamalarından daha farklı bir şeyler söylemedi. “Peki” dedim.

Şaşırmıştı “Bu kadar mı? Ben daha çok kızarsın sanmıştım ama ucuz atlattım sanırım” dedi.

“Boş versene. Özür diledin işte bir daha yapmazsın olur biter. Uzatmanın bir anlamı yok” diyerek karşılık verdim. Sonra ona mesajlarıma cevap vermediğinde gerçekten kırıldığımı söyledim ve onun dışında hiç kimsenin bilmediği bir sosyal medya hesabımla artık onu takip etmediğimi söyledim. “Neden yaptın bunu?” diye sordu.

Açıkladım. “Sana kızmıştım ama söyleyemedim. Kendi hesaplarımdan da takibini bırakmaya kıyamadım. Hıncımı bununla aldım”

“Takip et hemen” dedi ve telefonumdan kendi hesabını takip etti.

Gülümseyerek izledim onu ve içimden diledim, umarım bir gün gerçekten seni silmem.

Kendi kendine söylenerek “Ben ne zaman senin mesajına cevap vermemişim ki?” dedi ve telefonunu çıkarttı. Tam instagramda mesaj kutusunu açacaktı ki bir an tereddüt etti.

Hızla telefonumu aldım elime ve “Bırak ben gösteririm sana mesajları” dedim. Ne yaptığımı fark etmeden direkt telefonunu bırakıp benim mesaj kutuma odaklandı.

Evet, sevgili okuyucum seni duyabiliyorum. Mesaj kutusunu açmaya tereddüt ettiyse onun neden açmasını engelledim. Onu neden o zor durumdan kurtardım? Çok basit. O gece bitsin istemedim. Huzursuz olacaktım, onu huzursuz edecektim çünkü çoktan hem onu sevdiğimi hem de onu kaybedeceğimi anlamıştım. Kaybedişimi hızlandırmanın bir anlamı olmayacaktı. O gece ben sadece ona odaklanmak istedim. Büyü bozulsun istemedim. Tek bir gecemiz vardı hissetmiştim. Sonradan ya o kaçacaktı ya da ben yaralanacağımı anlayıp kaçacaktım. Ama sonradan yanıldığımı anladım. Meğer ben çoktan yaralanmadan kaçacağım sınırı aşmışım ve bunu fark etmemişim.

Mesajları inceledi. “Her mesajına cevap vermişim” dedi ama gerçeği biliyordu. Israr etmedim. Onun sıcacık sesini, yumuşacık ellerini ve kollarını bana dolamasını hissedebildiğim kadar hissettim.

Birkaç saat daha oturduk. Otururken bir anda ellerimi öptü, sonra yanağıma öpücükler kondurdu. Ve o yanağıma öpücükler kondururken garson dakikalardır getirmediği siparişimizi getirip pat diye önümüze bıraktı. İkimizde şok olmuştuk. Güldük. O öpüşler dürtülerden uzak sadece çocukça bir dokunuştu. Dedim ya ilk defa Kerem’in içindeki o neşeli çocuğu o gece görmüştüm.

Mekândan çıktık yürürken “Topuklu giyinsen sana daha rahat sarılırdım” dedi.

“Duyanda bir elli boyum var sanacak” dedim. Arabaya bindik, saat geç olmuştu. “Seni eve bırakayım mı?” diye sordu.

“Eve gitmek istemiyorum ama sen yorgunsan bırak” dedim.

“Ben senin için sordum. Ben iyiyim ama sen çalıştın. Yorulmuş olabilirsin diye sordum” diyerek karşılık verdi.

“İstemiyorum. Sahilde bir yerde dur. Bir yerlere gitmemiz şart değil. Sahilde yürürüz” dedim.

Arabayı karanlıkta durdurdu. “Sana hediyelerini vereyim. Unutmayalım” dedi ve üç küçük hediyeyi bana verdi.

Ondan bana Lizbon kokan bir hediye getirmesini istemiştim ama kendisinin Lizbon’un kokusuyla bana geleceğini hiç düşünmemiştim. Hediyeler değildi bana Lizbon’un kokusunu getiren, Kerem’di. O bana ait değildi. Onu o an sevdiğimi öğrense arkasına bakmadan kaçacaktı biliyordum. Kalbimin atışlarını o an duyabilseydi ve ben biraz olsun ona bunu hissettirseydim kaçacaktı. Hakuna matatayı bile elimden alıp çok uzaklara gidecekti.

Arka koltuğa geçtik. Zincirlerim yoktu, her şey serbestti. Ne hissediyorsam onu yaşamak istiyordum ama bir türlü olmadı. Koca arabada bagaja kadar taşmamıza rağmen rahat edemedik. Gülmeye başladım. Gıcık olmuştu. “Neden gülüyorsun?”

“Hiç. Yapacak bir şey yok. Sığamadık. En azından ikimizden birinin evi olsa daha rahat ederdik” dedim.

“Ev var. Kimse yok. Gidebiliriz” dedi.

Gülümsedim ve “Olmaz. Yarın iş var. Evin çok uzak. Beni tekrardan evime bırakman gerekir ve saatte geç olur yorulursun” dedikten sonra ekledim. “Tatile gidelim. Ne dersin bir hafta sonu çıkıp bir yerlere gidelim mi?”

“Olur. Tatile de gideriz ama şimdi eve de gidebiliriz” diye tepki verdikten sonra hemen hareketlendi ve “Aylin, seni bırakırım. Hadi kalk gidiyoruz” dedi.

Arka koltuktaydım ve Kerem hızla arabayı sürüyordu. Vaktimiz kısıtlıydı zamanın yolda geçmesini ikimizde istemiyorduk. Arka koltuktaydım ve ona sarılıyordum.

Eve geldiğimizde kaçaklar gibi girdik içeriye. Hızlıydık durmak istemiyordum. Onu istiyordum sadece onu istiyordum. Tatile gidelim demiştim ama artık hiçbir şey zerre umurumda değildi. Sadece kalbimin yaşamamı istediği şeyi yaşamak istiyordum. Ne bugün ne yarın hiçbir şey önemli değildi. O an ben sadece Kerem’i istedim. Onunla bir bütün olmak istedim. Birkaç saatliğine onu ödünç alacaktım ve sonra yine eğer o isterse bırakırdım.

Sonra birdenbire durdu, “Tatile gideceğiz” dedi. Tam da durmasının sırasıydı! Gidemeyebilirdik hissediyordum. İkimizden biri kaçacaktı ama yine de bir umut, belki onu yeniden görürüm umuduyla durmasına itiraz etmedim.

Üstümüzü giyindikten sonra balkona sigara içmeye çıktığımızda “Kerem, neden canın sıkıldığında beni aramıyorsun? Madem ikimizde birbirimizin kaçış noktasıyız o zaman ara beni ve ben de seni arayayım. Sıkıldığımızda da o sıkıntıyı atmak hakuna matatanın görevi değil mi? Bunu kullanalım” dedim.

Kısa süre gözlerini kısıp düşündükten sonra “Olabilir. Mümkün,” dedi.

Ben ona hakuna matatanın görevinden bahsetmiştim ama aslında sesini daha sık duymak istiyorum, demek istemiştim. Aslında, bana bak Aslan Kral artık krallığının başına geçme vaktin geldi demek istiyordum. Krallık sensiz kaybolmuş durumda, yitik durumda artık hakuna matataya veda et demek istedim ama diyemedim.

Sessizce balkonda otururken bana ne düşündüğümü sordu. Söyleyemedim. “Seninle ben ne yapacağım? Şimdi kaçsam çok mu geç kaldım acaba?” diye düşünüyorum diyemedim. O an masadan kalkıp ona sımsıkı sarılmak istedim ama onu bile yapamadım. İçimde fırtınalar kopuyordu fakat onun gördüğü sadece donuk donuk oturan Aylin’di.

Ondan bir şeyler beklemeye hakkım yoktu. Ama ben mantığımı dinlerken kalbimin de pat diye kendisini ortaya atabileceğini hiç hesaba katmamıştım ki benim de bir suçum yoktu. İlk defa önünü ardını hiç düşünmeden hareket etmek istemiştim. Sadece ‘keyfim öyle istedi öyle yaptım’ demek istemiştim fakat işler kontrolümden çıkmıştı. Bu yaştan sonra da bir adama “hadi gel beni sev” diyemezdim.

Beni eve götürecek sonra işe bırakacaktı ve güneşin doğuşunu beklerken koltukta uzandık. Onun suratını son görüşüm olabileceğini düşünerek uzun uzun karanlıkta inceledim. İçindeki küçük çocuğu en azından bir defalığına görebilmiştim.

Kerem sessizliği bozdu ve “Tatile nereye gitsek acaba diye düşünüyorum” dedi.

Başımı salladım ve “Bilemem, benim için fark etmez. Seninle vakit geçirelim yeter” dedi.

Bir iki hafta işleri olduğunu. Arkadaşlarının sırayla evlendiğini birazcık tatilin ertelenebileceğini söyledi. Konuştuk. İşlerini halledecek, boşa çıkacak ve tatile gidebilecektik. Onunla tatile gitmeyi istiyordum, deli gibi istiyordum. Uyuduğunda, uyandığında, yemek yediğinde nasıl oluyordu onu görmek istiyordum. Her şeyden önemlisiyse onunla bir bütün olmak için yanıp tutuşuyordum. Onu tarifsiz bir tutkuyla arzuluyordum. Aylardır içimde ona karşı türlü türlü terbiyesiz fanteziler kuran, arzuların kölesi olmuş canavar dışarıya çıkmayı sabırsızlıkla bekliyordu.

Sonra birdenbire bana “Her şeyi çok düşünüyorsun. Yapma bunu… Senin kan tahlillerin ne durumda?” diye sordu.

“Nasıl yani Kerem? Nereden geldi şimdi bunlar aklına”

“Sadece merak ettim. Doktora gittiğini yazmıştın. Sonuçlar nasıldı?”

Gülümsedim. “İyiyim. Kan tahlillerim kendimi toparladığım yönünde güzel gelişmeler gösteriyor. İşler iyi, hayallerime yaklaştım. Sen de problem yaratmazsan ortada hiçbir sorun kalmayacak”

Kerem ciddiyetini bozmadan “İnternette vardır. Kan tahlillerini bana göster bakim” dedi ve resmen beni ittirip ayağa kalktı. Hiç üşenmeden gitti çantamı aldı ve telefonumu bana getirip “Aç hadi” dedi.

Şaşırmıştım. Bir anda bu kadar ilgilenmesi ne anlama geliyordu ki? Bu beni alıştırmadığı bir özelliğiydi ve ben onun benimle asla bu kadar ilgilenebileceğini düşünmemiştim. “Sen ciddisin” dedim.

Ciddiyetle “Evet, çok ciddiyim hadi aç” dedi. Telefondan zar zor bulup tahlil sonuçlarımı açtım. Baksın ve bıraksın diye bekliyordum ama inceledi de inceledi. O tahlil sonuçlarını incelerken ben onun gözlerine bakıyordum. Onun dikkatle ve ciddiyetle gerilmiş kusursuz suratına bakarken birdenbire aklıma geldi. Daha önceden doktor bir çocukla kısa süreliğine flört etmiştim ve bir kez bile tahlil sonuçlarımı görmek istememişti. Üstelik yüzlerce tatlı sözcük dudaklarından dökülürken ve beni ne kadar çok sevip değer verdiğini söylerken bir kez bile tahlillerime bakmak istememişti. Kerem’se bir kez bile bana beni sevdiğini sözcüklerle söylememişti. İnsan sevdiğini hareketlerle belli eder cümlesi tam olarak bu muydu?

Kerem, uzun uzun inceledikten sonra “Çok önemli bir şey kalmamış gibi görünüyor” dedi.

Tedavime devam ettiğim konusunda yalan söyledim. “Evet, tüm vitaminlerimi eksiksiz alıyorum. İyiyim ve tek ihtiyacım olan çevremde bana iyi hissettirecek daha çok şey olması.”

Telefonumu geri verdi derin bir nefes alıp beni kendine doğru çekip sarıldı, gözlerini kapatıp “Senin daha az düşünmeni sağlamalıyız” dedi ve sustu.

Koltukta uyuya kalmıştım. Sessizce “Aylin” demesiyle uyandım. Sabah olmuştu, gitme vakti gelmişti. Kerem hiçbir şeyin farkında değildi ve yorgundu, bıkkınlığı üstündeydi. Bense son saatlerimi uyuyarak boşa harcadığım için kendime delicesine kızıyordum.

Evden çıktık. Kilometrelerce yoldan sonra benim evime geldik, üstümü değiştirdim ve beni iş yerime götürdü. Kerem haklı olarak trafikten şikayetçiydi bense içimden yol biraz daha uzun sürse de biraz daha yanında kalabilsem diye geçiriyordum. İş yerinin önüne geldiğimizde onu öptüm ve sonra tekrar öptüm ve tekrar öptüm. Onu her defasında son kezmiş gibi öpüyordum ama bu defa gerçek bir son olacağını hissetmiştim.

İş yerinde tüm günüm onu merak etmekle geçmişti çünkü Kerem’de o gün uzun yola çıkacaktı ve yorgundu. İyi araba kullandığını biliyordum ama yine de huzursuzdum. Sonra beklenen haberler geldi, iyiydi. İyi olduğunu öğrendiğimde ancak rahatlayabilmiştim. 

Sonraki günlerde onu daha sık dürter oldum. Onu daha fazla merak etmeye başlamıştım. İyi miydi? İyi hissediyor muydu? Canı yine sıkılıyor muydu? Canı sıkılınca ne yapıyordu? Gittiği yerde kafasını dağıtmasına yardımcı olabilecek arkadaşları var mıydı? Dans etmeyi seviyordu, umarım dans edip kafasını dağıtabilecek imkânı vardır. Kafesinden başını çıkartıp neşeli çocuğu gülümserken görmüştüm umarım onu tekrar kafese kapatıp, canını sıkıp geri dönmez. Bunu kendim için değil Kerem için istiyorum. Eski haline dönmeyi hak ediyor. Bana diyor ama asıl gereksiz yere kendini hırpalayıp duran kendisi ve umarım yine hırpalamıyordur. Keşke benimle konuşsa ve birlikte asbeste bulansak.

Günlerdir hep arayan ya da soran ben oluyordum bir süre sonra bu durum beni rahatsız etmeye başlamıştı. Sonra bir cumartesi gecesi yine dayanamayıp ona yazdım. Cevap gelmedi. Sabah uyandığımda gördüm mesajını “Dün erken uyumuştum.”

Merak etmiştim sordum. “Neden? Bir sorun mu var? İyi misin?”

“İyiyim sadece denizin son gününü kaçırmak istemedim” diye karşılık verdi.

Tam İstanbul’a dönüyor musun? Denizin keyfini çıkart gibi yine saf salak cümleler yazıp göndermiştim ki saçma salak bir hal aldığımı fark ettim. Tanınmaz halde ilerliyordum. Adam bir kez bile merak etmeyi geçtim laf olsun diye bile “Hey ne yapıyorsun? Sen nasılsın?” dememişti. İnsan sıradan yoldan geçen kişiye bile sen nasılsın diye sorar ama bu adam bana bir sen nasılsın sorusunu layık görmüyordu. Tüm yazdıklarımı sildim. Tepki vermedi. Sonra bekledim, bekledim ve bekledim. Hala tepki yoktu. Ne zaman ona kızsam ‘ya sen aramasan ben arayacaktım zaten! Sen demesen ben hediye alacaktım zaten’ gibi cümleler kuruyordu. Madem öyle bu defa ben bekleyecektim. Görecektik arayacak mıydı? Yoksa gitmemi mi bekliyordu? Eğer gitmemi bekliyorsa gidecektim. Onu seviyordum, hiçbir şey beklemiyordum ve eğer sevdiğim adam kendini benim yokluğumda daha huzurlu hissedecekse bunu ona verecektim.

Birkaç saat sonra İstanbul’da olduğunu gördüm. Nasıl mı? Tabi ki tanıştığımız arkadaşlık uygulamasındaki konum bilgisi sayesinde gördüm. Tanıştığımız ilk andan itibaren her gittiği yerden o salak uygulamaya girmeye devam etti. Tamam, ben de giriyordum ama genellikle ona bakmak için ve arkadaşlarıma uygulamayı göstermek için giriyordum. Onun gibi her gittiğim yerde mutlaka uygulamayı açmıyordum. Hatta ve hatta instagram hesabımı o salak arkadaşlık uygulamasına bağlamayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim ama Kerem Beyimiz instagramını bile o salak uygulamaya bağlamıştı. Üstelik bunu benimle tanıştıktan sonra yapmıştı. Şimdi anlamaya başladınız mı Aslan Kral hikayesi neden ‘Çok Sevgili Bazı Sahte Gerçekler’ adlı bu romanda?

Kerem’in İstanbul’da olduğunu gördükten sonra yine kendimi sakinleştireceğim ve beynimin içinde olumlu düşünebileceğim şeyler buldum. Kerem’i görmek istiyordum ve bunun dışında başka bir şey düşünmedim. Dayanamadım ve bunu ona yazdım. Mesajlarımı silmiş ve birkaç saat önce posta koymuşken, yüzsüzce ona duygularıma yenik düşerek mesaj attım. “Seni görmek istiyorum. Geçerken bana da uğrasana” Bu onun İstanbul’da olduğunu bildiğim anlamına geliyordu ve sanırım bunu nereden öğrendiğimi de tahmin etmiştir. Ama düşünmedim, neyi anlayıp anlamadığı, benim için ne düşündüğü veya düşüneceği umurumda değildi.

Kalbimin sesini bastıramıyordum. Beynim, mantığım ayrı yerden kalbim ayrı yerden beni çekiştirip duruyordu. Mantığımı dinlediğimde ona hak veriyordum. Kalbimi dinlediğimdeyse kalbime hak veriyordum. Ben geç kalmıştım. Bu defa zamanlamayı tutturamamıştım fazla oyalanmıştım ve kaçmak için çok geç kalmıştım. Onu bir görsem anlayacaktım. Kalbimin peşinden mi yoksa mantığımın peşinden mi gitmeliyim anlayacaktım. Bir saatçik kahve molası yeterdi. Yüzünü görsem rahatlayacaktım ama Kerem cevap vermedi. Bekledim birkaç saat ve yine cevap gelmedi. Sonunda yazdığım son mesajı da sildim.

Yapamayacaktım. Yorulmuştum bu işin böyle olacağı belliydi, Kerem’de hafif bir manipülasyoncu taraf vardı ve ben onun o tarafıyla karşılaşmadan kaçmam gerektiğini biliyordum. Hem kimden ne istiyordum ki? Bir “Nasılsın cümlesini?” kuramayan birinden bahsediyorum. Kendime defalarca tekrarladım. Bu sana yapılan bir saygısızlık. Tamam, birbirinizden hiçbir beklentiniz olmayabilir ama sonuç olarak akıştasınız. Her şeyi geçtim hiç mi özel bir an paylaştığını hissetmedin benimle? Salak gibi sadece ben mi hissettim? Tatile gidecektik biz ne olacak? Ben bir sürü iç çamaşırı alışverişi yapmışım arzuların kölesi canavar yine mi gömülü kalacak? İnsan manava girse “merhaba nasılsınız?” der. Ben bu kadar mı değersizim? Bana herhangi birinin bu saygısızlığı yapması ve kendimi değersiz hissettirmesine müsaade edecek karakterde biri değilim.

İçimde bir sürü çatışma yaşıyordum. Kendi hayatımın sorunları yetmezmiş gibi bir de kalbim ile mantığım arasında sıkışıp kalmıştım. Sonunda meseleleri gereksiz büyütmemeye karar verdim ve sadece beklemeye başladım. Ertesi gün oldu. Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla akşam yemeğe çıktık ama yemek mi beni yedi yoksa ben mi yemeği yedim hiç bilmiyorum. Resmen içim sıkılıyordu. Eve geldim ve hala sesi soluğu çıkmayan Kerem’in instagram profiline girdim ve gördüm.

Kerem’in instagram hikayesini gördüğümde kalbim acıdı. Kendimi b*k gibi hissettim. Hem samimi sıcacık ve duyarlı hem de delicesine vurdumduymaz ve sahte miydi? Onun hakkında yanılmış mıydım? Bu kadar düşüncesizlik fazlaydı. Bu kadarı benim karakterime bir hakarete giriyordu ve ben bu oyunu sürdürmeye hiç niyetli değildim.

Hikayesindeki fotoğrafta Kerem ve kuzeni Buika konserindeydi. Hatırladınız mı? Hikayemizin ortalarında Kerem ile yemek yediğimiz yerin karşısındaki duvarda Buika’nın konser afişini görmüş ve Kerem’e konsere birlikte gidelim mi demeyi düşünmüş lakin diyememiştim. Hatırladınız mı? Her defasında onu bir yerlere gidelim mi diye çağıran kişi ben olduğum için bir kez de onun bir şeyler teklif etmesini beklemiştim.

Birbirimizin müzik zevklerini ve ne tür şeylerden hoşlandığımızı az çok biliyorduk. Hele ki oturup birlikte Elvis Costello ile Charles Aznavour dinlemişliğimiz varken ne tür şarkıcılardan hoşlandığımı bilmemesi mümkün değildi. Hani konser arkadaşıydık biz? Hani yalnız hissettiğimizde birlikte eğlenecektik, bir konsere, bir müzeye, bir filme gidecektik ne oldu?

Ben isteklerimi açıkça Kerem’e söylemiştim. “Akışa bırak ve sadece yaşayalım” demiştim, susmuştu. Kerem ise bana konser, müzik, eğlence falan filan sıralamıştı, ben de susmuştum. Eeee Kerem Bey, davet ettiğim film teklifimi de reddetmiş ve sonrasında yeni bir teklifle bana gelmemişti. Sonra yine ben, çağırmıştım da görüşmüştük. O zaman ben ne oluyordum? Değersiz yoldan geçen herhangi biri mi? Sanki sessizlikteki huzuru dinleyip o özel anı paylaşmamış birbirine yabancı sıradan insanlar mıydık?

Beni daha önce bu kadar değersiz hissettiren olmamıştı. Kendimi sanki fuck buddy olma yolunda ilerliyor gibi hissetmiştim. Çünkü Kerem bu işi tamamen o noktaya taşımayı başarmıştı. Bilmiyorum belki de bilerek yapmıştı bunu? Artık onunla ilgili hiçbir şeyden emin olamıyordum. Anlattığı her şey samimi gelmişti ama artık gelmiyordu. Çünkü o samimi insan böyle yapmazdı, onu öyle tanımamıştım. Artık emin olduğum tek bir şey vardı, mesajlarıma asla cevap vermeyip bir de üstüne benim ona gitmeyi teklif dahi edemediğim konserde çıkması bana yapılmış bir saygısızlıktı.

Gitme vaktim gelmişti. Gitmemi bekliyordu ve bunu da bana söyleyecek cesareti yoktu. Bir iletişimi başlatmaya cesareti vardı, ona “yara bandın olamam” dediğim halde iletişimi başlatmaya cesareti vardı ama iletişimi sonlandırmaya cesareti yoktu. Bir korkak gibi hareket etmişti. Oysa benimle konuşsa ne diyecektim ki ona? Ne diyebilirdim? Beni hiç mi tanımamıştı? Tanımamıştı! Hiç kimseye olmadığım kadar açık olmuştum ona ve o bunu görmemişti. Gitmemi bekliyordu ve o zaman ben de gidecektim. Sinirle telefonumu elime aldım ve tüm sosyal medya hesaplarımdan anında onu sildim. Hiç düşünmemiştim. Gitmemi isteyen bir adamı rahatsız etmenin bir anlamı yoktu. Silmiştim ama içim soğumuyordu. Ne hareketlerine ne düşüncesizliğine hiçbirine benimle konuşamaması kadar kızmamıştım.

 Her yerden silmiştim ama bana yazdığı anda koşarak ona gitme ihtimalim vardı. Silmiştim ama o bana yazmasa bile tekrardan ona koşarak gitme ihtimalim vardı çünkü kalbim sürekli mantığıma yumruk üstüne yumruk atıyordu. Mantığım neredeyse pes etmek üzereydi. Mantığımı kurtarmak zorundaydım. Harekete geçtim ve sosyal medya hesaplarımdan sitem dolu paylaşımlar yaptım. Kızgınlıklarımı, öfkemi yazardım hep ama bu defa bir ilki yaşıyordum. Özel hayatı hakkında ser verip sır vermeyen Aylin aleni şekilde sitemlerini yayınlamıştı. Bunu yaptım çünkü tüm ihtimalleri ortadan kaldırmalıydım. Sosyal medya hesaplarıma yazarsam geri dönmeye cesaretim olmazdı, yazarsam o bir daha beni aramazdı. Bana ait olmayan bir adamı tekrar rahatsız etmemek için, mantığımın yenik düşmemesi için yaptım, yazdım.

Şimdi sevgili okuyucularım sizlere Buika ile ilgili bir hikayemi anlatmak istiyorum sonra yine Aslan Kral’a döneriz. Üniversite yıllarımda yurtta kalırken İstanbul hasreti çekiyordum. Buika’nın belki de ilk İstanbul’a gelişiydi emin olamıyorum ama duymuştum konser verecekti. İsyanlardaydım, konseri kaçırıyordum ve ben deliye dönmüştüm. Yurtta gece yarısı odama sığamadım ve aşağıya güvenliğin yanına indim. Muhabbet etmeye başladık ve bir süre sonra benim canımın sıkkın olduğunu anlayınca tatlı Karadeniz şivesiyle sordu. “Senin ne derdin var?”

“Evimi özledim abla, keşke evde olsaydım. Üstelik bu gece çok sevdiğim bir şarkıcının da konseri var. Bergüzar Korel ile Halit Ergenç bile konsere gitmiş internette gördüm. Ben burada kaldım.”

Neşeyle “Oyyy! Dert ettiğin şeye bak. Evin orada tatilde gideceksin. Konseri de salla, mezun olduğunda bol bol gidersin” dedi.

Asık suratla cevapladım. “Heee Buika’da sık sık geliyor zaten”

“O kimdur?” diye sordu.

Önündeki bilgisayara uzandım ve Buika’nın No Habra Nadie En El Mundo şarkısını açtım. Buika’yı ilk gördüğü anda “Ay ne çirkin kadın” dedi ve sonra şarkı bitene kadar sessizce dinledi. Şarkı bittiğindeyse kendisi yeniden şarkıyı açtı ve yine o tatlı şivesiyle “Allah ne büyük görüyor musun? Kadın çirkinlikten ölecek ama sesindeki huzur paha biçilemez” dedi.

Şaşırmıştım çünkü onun Bukia’yı hissedebileceğini hiç düşünmemiştim. Ağlamaya başladım. Bana sarılıp “Ben biliyorum, senin derdin şu çocuk… O salağı bırak. Bak ben sana bir şey söyleyeyim mi? İstanbul’a mezun olup gittiğinde bu kadının konserine sevgini hak eden bir adamla gideceksin. Eminim o yüzden şimdi üzülme” dedi. Çok sevgili yurt güvenliğimin bahsettiği çocuksa bir başka aslandı. O çocukta aslan burcuydu ama asla Aslan Kral olamadı. Kimsenin Aslan Kral olabileceğini de sanmam.

Güvenlikle yaptığımız o sohbetten sonra ne mi oldu? Tüm yurt aylarca Buika dinledi. Güvenlik ablamız Buika’dan vazgeçemedi ve kızlar yurda girip çıktıkça Buika’yı duydular. Sonrasında da tüm yurtta yıl boyunca koridorlarda dolaşırken, özellikle geceleri odalardan ara ara Buika’nın sesinin geldiğini duydum.

Ben Buika konserine hiç gidemedim. İçimde bir yerde sevdiğim bir adamla gitme arzusu hep var olmuştu ama bir adamı da bekleyerek konsere gitmemezlik yapmadım. Hatta bir keresinde konser haberini aldığımda kısa süreli sevgilim vardı ve “Ben konsere gidelim mi?” dediğimde “Ay ben o tarz şeyler dinleyemiyorum” dedi. Anında o gün bir daha görüşmemek üzere ayrıldım kendisinden çünkü zaten çok yeniydi yapabilirdim. Bir başka konserde de arkadaş bulamadım. Sonrasında da vazgeçtim. Sonuncusundaysa Kerem vardı onunla gitmek isterdim ama o da beni hiç umursamadığı için aklının ucuna bile gelmemişim. Bir daha da Buika dinleyebileceğimi hiç sanmıyorum. Özür dilerim Buika ama artık seni dinlemeyeceğim.

Günler geçiyordu. Hayatımda işlerimle ilgili uzun zamandır beklediğim güzel gelişmeler yaşanıyordu. Hayallerimi gerçekleştirmiştim ama hiçbir şey hissetmiyordum. En mutlu olmam gereken günlerde tamamen hissizleşmiştim. Kalbim kazanmıştı, tüm çabama rağmen mantığım düşmüştü, ben düşmüştüm. İşe gidip geliyordum ve hayallerimin gerçekleşmiş haliyle ilgileniyordum ama ben yoktum. Ne gittiğim yerlere aittim ne de kendime, gün ortasında çalışırken birdenbire göğsüm sıkışıyordu. Aniden ayağa fırlayıp “Yeter! Ben gidiyorum” diye bağırıp bilgisayarımı, telefonumu kırmak, kimseye tek kelime etmeden herkesi terk etmek istiyordum. Kendimi içine düşürdüğüm durum yüzünden, yeterince güçlü olmayışım yüzünden, bile bile lades demem yüzünden kendimden nefret ediyordum.

Salaklık yapmıştım. Kerem’de salaklık yapmıştı. İkimizde salak gibi her şeyi konuşup hiçbir haltı fark etmeyen salaklardık. Hadi ben kendimin farkında değildim, sen neden fark etmedin? Hadi ben gidemiyordum sen niye işler senin istediğin çizgiden çıktığında gitmedin?

Boş kaldığım her an Kerem ile olan tüm konuşmalarımızı baştan aşağı düşündüğümde inanılmaz salaklıklarımızı fark etmiştim. Ben kendi ağzımla itiraf etmişim âşık olduğumu ve ne ben duymuşum ne de Kerem duymuş. Kerem kendi ağzıyla onu sevdiğimi söylemiş ve ne ben duymuşum ne de o duymuş. İkimizin aklı neredeydi?

Bir sohbetimiz esnasında Kerem bana “Nasıl âşık olursun?” diye sormuştu.

Ben hiç düşünmeden “Bu konu üstünde hiç düşünmedim ama genelde hep ilk görüşte oluyor. İlk konuşmada ve sohbette hissediyorsam o sıcak duyguyu devam ediyor. İlk anda olmazsa sonradan olma gibi bir durumum olmuyor” demiş ve sonra sormuştum. “Sen nasıl aşık oluyorsun?”

O da düşünmeden cevap vermişti. “Ben ilk görüşte aşık olamıyorum. Bir insanı tanıdıkça seviyor ve aşık oluyorum”

Konuşmuştuk işte! Benim durumum daha en başından belliymiş söylemişim. Neden ikimizde salak gibi anlamamışız. Ben, ‘bundan sonra kafama ne eserse, rüzgar beni nereye götürürse oraya gideceğim’ felsefesini hayatıma yansıtmaya o kadar odaklanmışım ki kendimi görmemişim. Kendimi unutmuşum. Otuzundan sonra bir insanın huyu değişir mi salak Aylin?

Bir başka konuşmamız da beynimde şimşekler çakmasına neden olmuştu. Kerem bana neden uzun süreli bir ilişkimin olmadığını sormuştu. Bu konu üzerine konuşurken ona son sevgilimle iki ay sürdüğünü ama hiç birbirimizi bile öpmediğimizi söyledim. Şaşırmıştı ve “Neden? Nasıl yani?” diye sordu.

Ben biraz duraksadıktan sonra “Bilmiyorum. Yani o bunu isterdi ve istedi de ama ben istemedim. Canım istememişti” dedim.

Kerem’se düşünmeden cevabı yapıştırdı. “Sen çocuğu hiç sevmemişsin. Sevsen öyle davranmazdın”

Bir keresinde de Kerem bana “Buna alışsan iyi edersin. Ben sevdiğime dokunurum. Dokunmadan duramam” demişti.

Salaklar! İki salak Kerem ve Aylin! Siz bunları konuşurken aklınız neredeydi? Sizin dışınızda üçüncü dördüncü şahıslar hakkında mı konuşuyordunuz? Siz ne yapıyordunuz? Hadi ben tüm salaklığımla kendimi tamamen acemi olduğum bir yola sokmuştum ve duygularımı fark etmemiştim. Kerem neden görmedi? Ya da gördü ve egoları için devam mı etti? Beni umursamadan, benim duygularımı hiçe sayarak sadece bencilce kendi canı ne istiyorsa onu mu yaptı?

Kafam allak bullaktı ve düşünmemek için her şeyi yapıyordum. Yorgunluktan sızana kadar deliler gibi çalışıyor akşamları yatağımın üzerinde uyuya kalıyordum. Sabahları erkenden uyanıp işe gidiyor, öğle tatillerinde bile işimin başından zor ayrılıyordum. Sigara içerken yalnız kaldığım birkaç dakika olursa hemen gözlerim yaşarıyordu ve sigarayı söndürüp anında ofise geri gidiyordum. Başlarda işe gidip gelirken müzik dinlemezsem ölecek gibi oluyordum ama sonra dinlediğim anda ölecek gibi hissetmeye başladım. Müzik dinlemeyi de bıraktım. Tüm sevdiğim şarkılar artık küçük-büyük onun kokusunu taşıyordu. Koku deyince hatırladım da her zaman güzel kokardı üstelik parfüm sıkmadığı halde…

Günlerim kırık kalbimi görmezden gelmeye çalışarak geçiyordu ve yalnız kalmaktan korktuğum için önümdeki bir aylık süre boyunca her hafta sonuma plan yapmaya başlamıştım.

 Bir cuma akşamı da Mellon ile buluştuk. Şaraplarımızı yudumlarken sordu. “Nasılsın Aylin?”

“İyiyim Mellon’um”

“Aylin, benim Mellon. Acaba diyorum artık biraz bıraksan mı şu ipin ucunu?”

Kerem için üzüldüğümü fark ettiğini biliyordum ama ipin ucunu bırakma mı söylemesine sinirlenmiştim. Sinirle “Mellon, ipin ucunu bırakmak ne demek? Adamı bıraktım işte! Daha nasıl bırakılıyor ipin ucu?  Adam için gram bir şeyler ifade etmemişim. Benimleyken hiç özel bir şey yaşamamış. Adamın rutini olmak dışında hiçbir şey yapmamışım. Ha varım ha yokum… Ya ben bakkal el değiştirince üzülüyorum, insanlar nasıl bir anda birbirini siliyor anlayamıyorum” dedim ve biraz durup soluklandıktan sonra aynı sinirle konuşmamı sürdürdüm. “İpin ucunu bıraktım! Bak hokuspokus! Kerem beyi bir daha rahatsız etmiyorum işte!”

Mellon derin bir nefes aldı ve büyük bir of çekip “Salak! Ben sana ipin ucunu bırak derken Kerem’i sal artık demek istemedim” dedi.

Kaşlarımı çatıp “O zaman ne demek istedin?” diye sordum.

“Aylinciğim bak seni tanıdığımdan beri hep ‘mutsuz olacağım zaten’ diyerek kaçıyorsun. Veya ‘ben kimseyi değiştiremem. Ben kimseyi modifiye edemem. Bir adam bana uygunsa uygundur değilse giderim’ diyerek hep kendini dizginliyorsun. Aşık bile olsan sürekli kaçış halindesin”

Kafam karışmıştı “Ne demek istediğini anlayamıyorum” dedim.

Mellon saçlarını düzeltti “Şunu demek istiyorum…” dedi ve devam etti. “Bırak artık ipin ucunu… Bir kez de sen hata yap. ‘Sen seviyorum geri zekalı’ diye haykır… Sadece bir kez sana yapılan şeyi görmezden gelip kalbinin sesini dinle.”

Haykırdım. “Oha! Saçmalama! Delirdin mi sen? Adam istemiyor. Hiçbir şekilde istemiyor işte… Benimle konuşsa onunla arkadaş kalabilirdim. Onunla arkadaş kalmayı isterdim ve hala istiyorum. Tamam, ona karşı derin arzularım var, onunla ilgili türlü türlü fantezilere sahibim ve ona sarılmayı delicesine istiyor olabilir ama…”

Mellon tekrarladı. “Ama?”

Derin bir nefes aldım ve “Ama olmaz. Benimle konuşmadı.”

“Aylin, dediklerimi dikkatlice dinle. Senden yedi yaş büyüğüm ve büyük lafı dinlemeni istiyorum tamam mı?”

Gülmüştüm. “Tamam ablacığım dinliyorum.”

“Hepimiz hata yaptık. İnsanların ilişkilerinde türlü türlü sorunlar yaşanıyor. İlişkilerde mutluluklar da mutsuzluklar da yaşanıyor. Kerem denen herifin uzun süreli ilişkisi olmuş değil mi? O kadar uzun bir ilişkide inanılmaz mutlu olduğu sayısız gün yaşamıştır ve kavgaların gürültülerin eksik olmadığı inanılmaz mutsuz olduğu sayısız gün de yaşamıştır.”

Sözünü kestim. “Kerem’in eski sevgilisiyle günlerini nasıl geçirdiğini mi oturup düşüneceğim? Bana ne!”

Mellon sinirlenmişti. “Sus ve dinle! Anlatmaya çalıştığım başka bir şey. Ben sana diyorum ki insanlar sabrediyor. Sevdikleri için sabrediyorlar. Senin sabrederek bir şeylerin düzelmesini beklemen karşındaki kişiyi değiştirmen demek değil. Sen en ufak zorlukta karşındaki kişiyi değiştirmen gerekeceğini düşünüyorsun ve ‘Hiç kimse değişmez. Birini değiştirmeye çalışmak doğru değil’ diyorsun. Haklısın birini değiştirmeye çalışmak doğru değil ama sen birinin ilişkiye adapte olma süresinde sabretmek ile değişimi karıştırıyorsun.”

Mellon konuşmasına ara vererek onu anladığımı belli etmemi bekledi. “Devam et” dedim ve konuşmasını sürdürdü.

“Ben ilişkimde neredeyse sekiz yılı tamamlamak üzereyim ve nelere tahammül ettiğimi bilemezsin. Kavgalar gürültüler hiç eksik olmuyor ama hala birlikteyiz. Birlikteyiz çünkü mutlu olduğumuz günlerin sayısı mutsuz olduklarımızdan daha fazla… Bir ilişki mutluluktan çok mutsuzluk getiriyorsa bitiyor. Biraz önce Kerem’i o yüzden örnek gösterdim. Kim bilir son zamanlarda ne kadar mutsuzdu ki çareyi alışkanlıklarından ve sevdiği günlerden vazgeçmekte buldu. Aylin, sen mutluluk ve mutsuzluk dengesini hiç ölçmek zorunda kalmadın. Çünkü sen ilk fırsatta aşkımı kalbime gömerim, aşkımdan geberirim yine de ‘bir insanın benim isteğimle bana göre şekillenmesini istemem’ dedin. Oysa ilişkiye adapte olma, iki insanın birbirini tanıması, sabretme ve alışma süresi olduğunu hiç düşünmedin. Anlıyor musun ne demek istediğimi?”

Küçük bir çocuk gibi mahcup bir şekilde başımı salladım ve Mellon şarabından bir yudum daha aldıktan sonra devam ettin. “Evet, Kerem’le ilişkin başından beri tuhaftı. Ne çocuğu ne de seni anlayamadım. Adam ilişki istemiyorum diyor ama bir ilişkide yaşanabilecek her şeyi yapalım diyor ve yapıyor. Sen, sevmiyorum diyorsun ve sonra her şey bitti ama ben ona âşık oldum diye çıka geliyorsun karşıma! İkinizde normal değilsiniz. Daha da tuhaf olan bana ‘Kerem’de mutluydu birlikte güzel vakit geçiriyorduk’ diyorsun ki sana inanıyorum adam keyif almasa bir daha görüşmezdi… Eee siz ne yapıyordunuz Aylin?”

Sessizce, kıpırdamadan boşluğa baktım. Mellon sesini sertleştirerek “Ne yapıyorsun Aylin? Günlerdir ruh gibisin… Bugünlerin senin en mutlu olacağın zaman olmalıydı. Aylin, bana bak” dedi.

Suratına baktım ve çaresizce “Ne dememi bekliyorsun?” diye sordum.

“Bir kez saçma sapan mı olur? Salaklık mı olur? Mantıken saçma zaten… Adam istese arardı… Adam belli ki istemiyor… Gibi gibi şeyleri düşünmeyi bırak. Bir kere kendin istediğin gibi hareket et. Karşındaki seni istemiyor olsa bile bir kez daha dene… Hemen arkadaş olma moduna girme. Bir kere kalbine şans ver. Güzelim, o kalbin elinde sonunda kırılacak kır gitsin. Sonra toparlarız. Aşk dışında diğer bütün konularda ben şöyle cesaretliyim böyle cesaretliyim demeyi biliyorsun. Kerem’e korkak diyorsun da sen kendini neden ondan farklı görüyorsun? Sende âşık oldun mu sabredemiyorsun? Kaçıyorsun”

Çocuk gibi utangaç bir ses tonuyla sordum. “Ne yapmam gerekiyor?”

Net şekilde sordu. “Ben asla bu çocukla birlikte olmanı istemiyorum. Bir problem var ama bunun seninle alakası yok. Onun anlatmadığı bir problem var. Çok belirsiz her şey ama sen bu çocuklayken mutluydun. On gündür de ruh gibi dolaşıyorsun. Ara onu!”

Anında reaksiyon gösterdim. “Hayatta arayamam!”

“Arayacaksın ve içinden ne geçiriyorsan aynen onu yapacaksın. Bak bu adam daha öncede on gün kaybolmuştu belki o senin düşündüklerini düşünmüyor bile… Belki arasan sana ‘kendi kendine ne kurmuşsun’ diyecek. Bence böyle olma olasılığı da yüksek. Onu hiçbir şey olmamış gibi ara ve konuşun.”

Saatler sonra Mellon’dan ayrılıp eve geldiğimde içmeye devam ettim. Elimde cin odamda oturmuş müzik dinliyor bir yandan da Kerem’i aramalı mıyım diye düşünüyordum. Sonra bir cin iki cin üç cin derken o telefonu elime alma cesaretini gösterdim. Seviyorsan arayacaksın kızım Aylin!

Aradım açmadı. Bir daha aradım açmadı sonra mesaj attım. Onu görmek istediğimi ve öpmek istediğimi söyledim. Geri zekalı Aylin! Hadi adamı görmek istediğini söylüyorsun öpmek istiyorum da ne demek oluyor? Ağzınla iç!

Durun daha rezillikler bitmedi. Mesajıma cevap geldi. “Şu an müsait değilim. Daha sonra konuşsak olur mu? Haberleşiriz.” Gözlerime inanamadım. Mellon haklı mı çıkmıştı? Ben mi kafamda kurmuştum? Evet, ben kafamda kurmuştum. Kerem aynıydı oradaydı işte… Bir şey olsa bir daha görüşmek istemese ya telefonu açar söylerdi ya da mesajında bunu belli ederdi. Bunu da yapamayacak kadar öküz değildi. En başta insanlara değer verdiği, insani değerleri umursadığı için yapardı. İstemese anında yazardı. O lafını esirgeyecek biri değildi.

Telefon elimde ne yazsam? Ne desem? Diye düşünüp durdum. Video mu çeksem diye de düşündüm. Video çeksem ve söylemek istediklerimi canlı söylesem belki o da bir fotoğrafını çekip atardı. Onu deli gibi özledim, bir görsem. Video çekemem bu kadarı fazla olur. Çeksem mi acaba?

Sabah iki büklüm olmuş şekilde uyandım. Cam açık üstüm başım incecik uyuya kalmıştım, daha doğrusu sızmıştım. Telefonuma uzandığım an o salak videoları çektiğimi hatırlayarak yastıkları fırlattım. Kendimi yatağın üstüne yüz üstü bırakıp çırpınıp durdum. Çok utanmıştım. Neden video çekmiştim ki? Hemen telefona baktım, adam tepki vermemişti. Utancımdan ölmek üzereydim. Bir süre yatakta çocuk gibi mızmızlana mızmızlana söylendim durdum ve sonra kalkıp elimi yüzümü yıkadım. “Olan oldu Aylin! Sevdiğin adama video attıysan ne olmuş yani? Ne olacak? Boş versene… Bir kerede sen saçmala”

Tüm gün kendimi toplamakla uğraştım ve akşam olunca da önceden arkadaşlarla gitmeyi planladığım konsere gitmek için evden çıktım. En az on yıldır konserlerine gitmediğim adamlar sahnedeydi ama ben her şarkıda manyak gibi Kerem’i düşünüyordum. Yok bu böyle olmayacaktı. ‘Haberleşiriz dedi sesi soluğu çıkmıyor acaba önemli bir şeyi mi var?’ diye düşünüp duruyordum ve sonra alkolünde bana verdiği yetkiye dayanarak mesajları attım. “Keşke burada olsaydın” konser boyunca cevap gelecek mi diye bekledim, gelmedi.

Eve gittim hala cevap yoktu. Sabah oldu hala cevap yoktu.  Artık mesaj atmamasına kızma durumunu tamamen geride bırakmıştım. Her türlü şeyin yerini endişe almıştı. Kavga mı etmişti? Ailesine isyan bayraklarını mı açmıştı? Ne olmuştu?

Sevgili okuyucum biliyorum. Şu an “Adam görmezden geliyor. Seni ghostluyor. Anla!” diyorsunuz. Elbette böyle bir ihtimal vardı. Ghostinge maruz kalıyor olabilirdim ama Kerem öyle biri değildi. Genelde narsist kişilik bozukluğu olan insanlar ghosting yapar ve Kerem öyle bir adam değildi. Onunla birlikteyken gayet düşünceli ve kibar, insanlara özünde çok değer veren ve verdiği fazla değer yüzünden fazlaca incinmiş bir adamdı. O istemiyorsa net bir şekilde konuşabilecek medeniyete sahip bir adamdı. Birlikte vakit geçirdiği bir insanla gayet rahatlıkla tatlı tatlı sohbet edip arkadaş kalabilecek biriydi. Bunu daha birbirimizi ilk tanıdığımız dakikalarda konuşmuştuk. Hatırlayın, arkadaşlık uygulamasında ilk konuşmaya başladığımızda insanların arkadaş kalamadığından şikayetçi oluyordu. Ben de ona kesinlikle hak verdiğimi, iyi insanların birbiriyle arkadaş kalması gerektiğini yoksa vaktin boşa geçmiş olabileceğini söylüyordum. Başından beri yalansız ilerleyen iletişimimizde bu konuştuklarımızın yalan olabileceğini düşünmem için hiçbir sebebim yoktu.

Karar vermem gerekiyordu. Kerem iyi miydi? Kötü müydü? Öğrenmem gerekiyordu. Birdenbire ona bunu sorsam bana asla cevap vermezdi. Can sıkıcı mevzuları konuşmaktan hoşlanmıyordu, bana sorunlarını açık açık anlatmıyordu. Direkt olarak ona sorsam söylemezdi. Ghostlanıyor olma ihtimalime yüzde otuz gözüyle bakıyordum, Kerem’inse iyi olmadığı ihtimali daha yüksekti. Sonunda esprili bir dille iki ihtimalide içeren bir mesaj yazdım. “Haberleşiriz dedin ama sesin çıkmıyor. Görüşmek istemiyorsan sen beni bu durumda bırakacak bir insan değilsin, deli gibi sana video atmazdım. Yine sesin çıkmazsa rehin tutulduğunu düşünüp 155’i arayacağım”

Saatler sonra cevap geldi. “Mümkünse görüşmek istemiyorum canım sıkkın o yüzden”

Neye uğradığımı şaşırmıştım! Mümkünse mi? Canı mı sıkkınmış?

‘Canın hep sıkkın zaten! Benim canım da sıkkın! Kaç gündür kendi dertlerim yetmezmiş gibi sana olan özlemimle ruh gibi dolaşır oldum. Mümkünse görüşmek istemiyorum mu? Mümkünse mi? Mümkün, gel görüşelim. Seni deli gibi özledim. Saf çocuk, asbestliyim derken nasıl ışıl ışıl parlıyorsun farkında değilsin. İçinde nasıl güzel bir adam var ve sen göz göre göre kötü bir adam olacağım diye zorluyorsun. Boşuna uğraşma kötü adam ceketi senin üstünde durmaz. İyi bir insansın işte ve bu yüzden acı çekeceksin. Bu yüzden acı çekeceğiz kabullen. İyi insanlar hep acı çeker. Yüzyıllardır kural bu, böyle işliyor. Seni seviyorum ve vaktimiz çok boşa harcanıyor.’

Bunların hiçbirini yazmadım, yazamadım. Düşündükçe içimde bir şeyler kırılıyor ve içimde işin rengi değiştikçe değişiyor, öfkeleniyordum. Ghostingleniyordum. Açıkça aleni şekilde beni ghostluyordu ve artık Pollyanna olmaktan çıkmalıydım. Ona şöyle yazdım. “Canım sıkkın ve mümkünse kelimeleri sanki bana bir tercih hakkı tanıyormuşsun gibi, bunlar yanlış kelimeler. Görüşmek istemiyorsan istemiyorsundur. Hoşça kal.”

 

Ne istediğini bilen birisini bulabilirdim. Her zaman bana istediğim gibi bir adam bulamayacağımı söyleyip durmuşlardı. Bulmuştum işte vardı. Bu tarz iyi adamların varlığını bir kez kanıtlamıştım. Aşık olabileceğimi kanıtlamıştım, şimdi sıra istediğim gibi ikinci bir adam daha olabileceğini kanıtlamaktaydı. Artık geriye sadece beni kendisine hem bedenen hem ruhen çekebilecek diğer adamı bulmak kalmıştı. İmkânsız yoktu işte, bende problem yoktu sevebiliyordum. Sevebiliyordum ama o diğer adam bu şehrin hangi lanet sokağında hangi lanet olasıca cehennemdeydi onu keşfetmem gerekiyordu. Kerem denen bencilce beni yok sayan ve değersizleştiren, görmezden gelen adamı tıpkı onun bana yaptığı gibi unutmam gerekiyordu. Yoluma devam edecektim.

İşime dört elle sarıldım. Kafamı sürekli meşgul ettim. Yalnız kalmaktan hep kaçındım ve günlerimi hissizleşerek öldürdüm. Hafta içleri bir şekilde idare edebiliyor yorgunluktan sızana kadar çalışıyordum ama hafta sonları en büyük kâbusum olmuştu. Yalnız kalmaktan korkuyordum. Sürekli birilerini arıyor, bir yerlere gidiyordum. Arkadaşıma gidip kalıyor, sadece uyuyacağım zaman yalnız kalıyordum. Tabii uyumak denmezdi buna, yorgunluktan sızmak denirdi. İlaçlarımı içmeyi uzun zaman önce bırakmıştım ve artık yasaklar listemdeki yiyeceklere de dikkat etmiyordum. Zaten dikkat etmemin de pek imkânı yoktu çünkü millet yemek yerken “acıkmadım” diyordum ve sonra olur olmaz yerlerde acıkıyordum. Sağlıksız yaşamın dibine vurmuştum.

“Çivi çiviyi söker yoluna bak” dediler öyle yapmaya çalıştım. O lanet olasıca arkadaşlık uygulamasından başka adamlarla konuşmaya çalıştım. Hepsi sadece cinsel hayatını renklendirmeye çalışan y*vşaklar dışında bir şey değildi. İki kelimeyi bir araya getiremeden sadece boyları posları ya da paraları sayesinde kadınları elde edebileceklerini düşünen günümüz piyasa adamlarıydı.

Takıldığım mekanlarda birileri illa ki çıkıyordu ve onlarında uygulama sitelerindekilerden hiçbir farkı yoktu. Arkadaşlarım benden habersiz gece dışarı çıkacağımız zaman bekar arkadaşlarını getirmişlerdi ve onlarda canımı sıkmıştı. Midem bulanıyordu. Adam görmek istemiyordum. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Hepsinden ama hepsinden nefret etme duygusu gelmişti.

İçimden bir ses “piyasadaki mallar nasılsa öyle davran, hiç kimseye acıma” diyordu. Adamların istediği kadın ol ve işine geldiği kadarını al. Kullan ve hevesin geçene kadar sömür çünkü bunu hak ediyorlar. Arizona kertenkelesi gibi davranıp parasıyla gözünü mü boyamaya çalıştı? Kullan kızım. Samimiyetsiz iltifatlar mı yaptı? Kanmış gibi davran ve kullan. İki kelimeyi bir araya getiremediği halde, dönüp hiç kendine bakmadığı halde senin peşinden mi koşuyor? Tüm iyi niyetini sömür.

Defalarca bu kararları verdim ama hiçbirinde başarılı olamadım. Kalbimi öldürüp sadece eğlenceme bakamadım, yapamadım. Her geleni bir çırpıda yok ettim. Arkadaşlarımın tanıştırdığı adamların iltifatlarını bile kaba bir dille geri çevirdim. Hepsi ama hepsi inanılmaz samimiyetsiz, sahte ve çıkarcı geliyordu.

Gecem gündüzüm birbirine karışmışken şikayetlerimde baş göstermeye başlamıştı. İlk alarmı ellerim verdi. Ellerim kurudu ve çatladı, kâbusum olan o yaralar açılmaya başlamak üzereydi. Doktorumdan randevu alıp apar topar muayeneye gittim. Doktorum önce şikayetlerimi dinledi sonra sessizce beni muayene etti.

Sessiz geçen muayeneden sonra masasına oturdu ve bende karşısındaki koltuğa oturdum. Bir süre bilgisayar ekranına baktı ve bana dönüp her zaman huzur vermiş olan sesiyle sordu. “Stres vücudunu yoruyor. Problem bedenin değil. Senin sessiz kalman. Çok konuşuyor gibi görünüp sürekli susman. Senin yerinde bir başkası olup, buraya geldiğinde neler neler sorup konuşuyor biliyor musun?”

Şaşırmıştım. Ne demeliydim ki? Doktor oydu. “Anlamadım hocam, ben ne diyebilirim ki? Siz söylemeyecek misiniz?”

“Şikayetlerini anlatırken bile sessizliğe saklanıyor sadece bir iki cümleyle durumunu özetleyip kestirip atıyorsun. Sanki senin için önemli değilmiş gibi yapıyorsun. Oysa endişelendiğin için karşımdasın. Sana şunu söylemeliyim problem vücudunda değil. Sessizliğinde. Şimdi ne oldu? Neye susuyorsun? Neyi susarak atlatmaya çalışıyorsun? Neyi düşünmemek için kendini bu kadar hırpalıyorsun?”

Suratına baka kalmıştım. Gözlerim doldu ama hemen kendimi toparladım ve “Yani önemli bir şey olmadı. Kimse ölmedi veya kimsenin sağlığı ile ilgili bir problem yok. Maddi olarak da bir sıkıntı yok. Her zaman hayatın içindeki klasik problemler işte” dedim.

Doktorum gülümsedi. “Peki, o klasik problem ne?”

Ellerime baktım daha sonra doktorun odasında terasa açılan büyük cam kapıya baktım, konuyu değiştirsin diye bekledim. Vazgeçmedi ve gözlerini bana dikip bakmaya devam etti. Mecburen yanıtladım. “Bir çocuk vardı. Sadece takılıyorduk. Başlarda güzeldi ama sonrasında bana hiç değer vermediğini hissettim. Kaçtım. Belki anlar ve sorar diye. Sormadı. Bence gitmemi beklemiş. Kolayca kaçabileceğimi düşünmüştüm ama âşık olmuşum. Fark etmemişim. Çok geç fark ettim. Eğer onu bu kadar sevdiğimi fark etseydim son kez olacağını bilsem bile önce onunla konuşurdum. Ve hepsi bu…”

Bir süre sustuk ve sonra devam ettim. “Daha sonra onunla tekrar iletişime geçmeye çalıştım ama kötü olduğunu falan söyleyerek beni atlattı. Ben de hoşça kal dedim. İstemediğini düşündüm. Konuşamadım.”

Ağlamaya başlamıştım ve doktor konuştu. “Belki gerçekten sıkıntıdaydı. Bu konuşamaman için bir sebep mi? Başka zaman neden denemedin?”

“Düşündüm ama tanımıyorsunuz hocam, yani o hep sıkıntıda. O ana özel bir şey olduğunu düşünemedim. Benimle görüşmek istemedi, durum netti.” Gözyaşlarımı sildim ve toparlanmaya çalışarak “Özür dilerim. Ben konuşamayınca böyle oluyorum” dedim.

Doktor derin bir nefes alıp. “Seni yıllardır tanıyorum Aylin ve aileni de yıllardır yakinen tanıyorum. Konuşman lazım. Durum vaziyet nedir bilmiyorum ama kendi hastamı tanıyorum. Sonu iyi veya kötü ne olacaksa olsun umursamıyorsun. Sen hiçbir şeyi yarım bırakmayı sevmiyorsun ve yarım kalan her şey omuzlarında bir yük oluyor. Ben seni iyileştiriyorum ve sonra kendine başka bir mevzuyu dert edinip buraya geliyorsun. Sana ilaç yazmayacağım. Sen yarım bıraktığın konuşmayı tamamla ve kendini topla…” Biraz duraksadıktan sonra ekledi.  “Sen olması gerekeni yapıyorsun aslında kızım… Şanssızlığın insanların ve dünyanın çok değişmesi oldu. Git içinde sakladığın konuşmayı yap sonra eğer şikayetlerin devam ederse on beş gün sonra gel. O zaman bakalım durumun ne olmuş.”

Doktorun odasında iki buçuk saat kalmıştım. Sadece bir iç hastalıkları profesörü değil adeta bir psikolog gibiydi. Her defasında sadece bedenlerle ilgilenmez insanların ruhuna doktorluk yapardı. Yine odasından çıktığımda rahatlamıştım, güçlü ve dayanıklı hissediyordum. Kararımı vermiştim içimde tutmayacaktım, konuşmak istediğim her şeyi konuşacaktım. Kendi kendimi iyileştirmeye çalışmayacaktım. Hem seven insan bir kez daha denemez mi? Sevgi böyle bir şey değil mi? Belki de gerçekten bir şeyler olmuş ve canı çok sıkılmıştı, olamaz mı? Belki artık kendini biraz daha iyi hissediyordu, belki de canım çok sıkkın dediğinde ona “Ne oldu? İyi misin?” diye sormayışım çok kabaca, düşüncesizce olmuştu.

Hayır, seven insan bu kadar kolay vazgeçmezdi. En azından insan olarak sevmiştim onu ve arkadaş olabilirdik. Ona karşı derin arzularım ve tehlikeli tutkularım vardı ama bir süre sonra o duygularımı öldürebilirdim. Seven insan bu kadar kolay vazgeçmezdi diyoruz ya hani… Eee peki, Kerem hiç olmamışım, hiç Aylin adında birini tanımamış gibi nasıl dönüp gitti? Eee adam sevmiyor işte! Ama o kırılmış bir adamdı ve belki bu kolay onu silip atabileceğimi hiç düşünmemişti. Belki de her an arkasını dönüp gitme ihtimali olan bir insan istemediği için bir anda bu kadar katılaşmıştı. Çünkü ben her an gidebileceğimi ona söylemiştim. Bunları düşünmüş olabilirdi ama hiç düşünmez ki!

 Bu kız niye bu kadar bozuldu? Bir anda ne oldu? Her şeye alışmıştı. Tamamdı. Bir anda ne oldu acaba? Gerçekten farkında olmadan ona çok mu kötü hissettirdim? Kırıldı mı? Konuşsak ne der acaba? Bir konuşsak ve ona göre karar versek. Asla bu soruları düşünmez veya sormazdı çünkü bencilce hareket etmeyi kendine hedef belirlemişti.

Kendini yormak istemiyor. İnsanlara artık kendinden hiçbir şey vermek istemiyor. Yanlış! Toplum içinde yaşıyorsan veya insanlarla iletişim içindeyse birdenbire bu kadar katılaşamaz sadece kendini düşünerek hareket edemezsin. Bu ancak bencil ve kötü kalpli bir insanın yapabileceği bir hareket. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır diye bir sözümüz var bizim ve bunu yapmıyorsan nesin sen? Yorgunum. Herkes yorgun. Yorgunsan git dağda yaşa! Çünkü toplum içinde insanlarla iletişim kuruyorsan yapman gereken şeyler var ve hep olacak. Birileriyle yakın temasa geçtiğinde o kişiler sana aşık da olabilir. İstemiyor musun? Konuş! Konuş! Konuş!

Konuşacaktım ve kararım kesindi. Birkaç gün cesaret edemedim ve boş boş dolaştım ortalıkta. Etrafımdaki insanlar sürekli dalgın olmamdan dolayı bir sürü soru sordu hiçbirine cevap vermedim. Kimseye Kerem ile yeniden temasa geçmeyi planladığımı utancımdan söylemedim, söyleyemedim. Planladığım konuşmayı yapmak için sessiz hareket etmeliydim çünkü birileri duysa; Aylin böyle değildin sen! İnanmıyorum Aylin! Ay Aylin kimler kimler için harekete geçmedin. Kimleri harcadın da bu adama mı kaldın? gibi gibi cümleler duyacaktım. Duygularımı anlatsam da anlamayacaklardı. Kerem’in özel bir adam olduğunu güneş gibi parladığını anlatsam da anlamayacaklardı. Nefes alamıyordum. Kerem’i düşünmemek için çaba sarf ediyordum ve bu beni bitiriyordu. Kerem gözümde gittikçe küçüleceği yerde gittikçe büyüyordu. Bunun önüne geçmek için tek bir yol vardı ve o da son kez onunla bir kahve içip sohbet etmekti.

Kerem son bir kahve içme teklifimi reddetmezdi, ona doktordan bahsetsem ve küçük bir görüşme isteğiyle gitsem beni anlardı. En azından dostça ayrılırdık, ilerde belki yine görüşürdük. Arkadaş olur arada birbirimizden haber alırdık. Hatta iyi birer arkadaş bile olabilirdik. Kadın erkek ilişkisinde başarısız olan çaylaklar olsak bile arkadaşlıkta iyi olabilirdik. Böylece birlikte geçirdiğimiz zaman boşa geçmiş olmaz, birbirimizi tanımıyormuş gibi davranıp değersizleştirmez, aksine aramızdaki ilişkiyi dostluğa dönüştürerek her zamankinden daha eğlenceli ve keyifli bir hale getirebilirdik. Bunu yapabilirdik çünkü o iyi bir adamdı ve bunu yapabilecek medeni seviyelerdeydik.

 Onunla bunca günden sonra iletişime geçtiğimde bunu anlayacaktır, beni anlayacaktır. Ona arkadaş olabileceğimizi hep söylemiştim, hatırlayacaktır.

Kerem’e hiçbir zaman sadece sevgilim olmasını istediğim bir adam olarak bakmadım onu hep arkadaşım olarak gördüm. Ona biraz olsun kendini iyi hissettirebilmek istedim. Çünkü o da bana kendimi iyi hissettiriyordu. O farkında değildi ama ben yeni insanlarla tanışmaktan delice korktuğum bir süreçten geçerken o benim bu korkumu aşmamı sağlamıştı. Ayrıca birlikteyken de iyi vakit geçiriyorduk. O beni mutlu ediyordu ve ben de onu mutlu etmek istiyordum.

Onunla tekrar görüşmek istediğimde beni olmadığım bir kalıba sokup, önyargılarıyla tepki vermeyecek kadar beni tanımıştı. Zeki bir adamdı beni anlayacaktı.

Tüm cesaretimi topladım ve Kerem’e mesaj attım. “Kerem nasılsın? Doktora gittim bana arkadaşınla bir görüş ve kendini rahatlat sonra benim yanıma gel dedi. Bu akşam müsaitsen görüşelim mi? Bir iki saat bana katlanırsın herhalde o kadar hatırım vardır diye düşünüyorum. Seni özledim. Hem eğlenceliyim bilirsin sıkılmazsın”

Çok geçmedi iki dakika sonra cevap geldi. “Görüştüğüm biri var. Uygun olmaz diye düşünüyorum.”

Kalbim acıdı, beynimden vurulmuşa döndüm. Telefona bakıp öylece kala kaldım. Bir an hiçbir şey dememeyi düşündüm sonra ‘Konuş Aylin! Sustukların seni bitiriyor’ dedim. Günümüzde her insanın yerinin anında bir başkası tarafından doldurulduğu sahte ve samimiyetsiz ilişkilerden birini mi yaşamıştım? Aynı sahtelikteki bir adama mı inanmıştım? Salak gibi beyan esastır ben sana inanıyorum mu? Demiştim.

Sahteliklerden, insanlara değer vermeyenlerden, ucuzluktan, hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünen zihniyetlerden, insana insan olduğu için bile değer vermeyen, gösteriş budalası o insanlardan kaçarken gidip tıpkı böyle bir adam olan Kerem’e mi inanmıştım? Aşk gözümü bu kadar mı kör etmişti? Hem bu neydi ki şimdi? Görüştüğüm birisi var ne demek? Gel ben sana sevgilim ol mu dedim? Veya senin kollarına mı bırakacağım kendimi mi dedim? Bu kadar zaman sonra ben sana dokunabilir miyim? Bu kadar kırgınlığımı hiç konuşmadan tamir edebilir miyim? Ne sanıyor bu kendini? Brad Pitt mi? Yoksa Prens William mı? Alt tarafı bir kahve içeceğiz ve sohbet edeceğiz. Yarın düğünün mü var? Görüştüğün kişi ciddi bir görüştüğün kişi ise benimle arandaki süre çok az o zaman benimle konuşurken de biriyle görüşüyordun. Bana neden saygı göstermedin? Benimle konuşurken neden o boktan uygulamaya girmeye devam ettin? İnsani değerlere bu kadar saygı gösteriyordun da benimle konuşurken neden göstermedin? Ben bu kadar değersiz miyim? Ben ne oldum ya? Aylin ne ara bu kadar ayaklara düştü?

Bu soruları ona yazamadım ama yine de öfkelendiğimi belli eden mesajlar yazdım. Üst üste ara vermeden yazdım. “Ne kadar ruhsuzsun benimle görüşürken de mi biri vardı? Bana bu mesajı nasıl yazabiliyorsun? Hemen ciddi bir ilişkin mi oldu? Yedekli mi gidiyordun? Piyasadaki adamlardan hiçbir farkın yok muydu? Doktordan bahsettim ve son bir kez konuşmak istedim seninle ve karşılaştığım tepkiye bak!”

“Hiçbiri değil” diye karşılık verdi.

Tekrar yazdım. “Evlenecek misin görüştüğün kadınla? Uygun düşmüyor ne demek? Bu ne hız! Bana haberleşiriz dedin ve sustun. Sana ısrarla sormasam o zaman bile tepki vermeyecektin. Bir doğru düzgün hoşça kal demeyi bile beceremiyor musun?”

Pişkince yazmaya ve gram umursamamaya devam etti. “Seninle görüşürken kimseyle görüşmedim. Birisiyle görüşürken de seninle görüşmem. Kimseyi eşek yerine koymam.”

“Beni koydun” diye karşılık verdim.

“Koymadım” dedi.

İlk defa o an açıkça söyledim. “Benimle görüşürken o salak uygulamaya girmeye devam ettin. Gittiğin her yerde o arkadaşlık sitesine girmeye devam ettin. Salak mıyım ben? Sonra iki güne yenisini buldun”

Kafam bir türlü almıyordu. Bu nasıl bir medeniyetsizlikti? Biriyle görüşüyorsan bile bunu bana bu şekilde söylemek niyeydi? Bu kadar mı hatırım yoktu? Bu kadar mı hiç kimseydim ben? Şaka mıydı? Neden canımı acıtacağını bile bile bunu yapıyordu? Kalbimi kırmıştı, acıtmıştı.

En azından bir bardak kahve içerken “Aylin, arkadaş kalmamız en iyisi olacak. Ben yeni insanlarla görüşmek istiyorum. Tek bir yerde duramıyorum. Kafam hiç iyi değil” desen ben anlamayacak mıydım? Bunca ayda Aylin hakkında hiç mi doğru tespiti olmamıştı? Aylin’e hep mi önyargılarıyla bakmıştı? Aylin’i hiç gerçekten görmemişti!

Hiç kimseydim. Dayanamadım yazdım. “Sen bana hareketlerdir sevgiyi gösteren demedin mi? Eee o zaman neden kan tahlillerime kadar baktın?”

Cevap olarak “Aylinciğim saçmalama lütfen” geldi.

Evet, saçma gibi gelebilir bu soru ama değil. Adam bana hiç kimse gibi davranıyordu ve yan yanayken gördüğüm, aldığım samimiyetten o anda mikroskobik düzeyde bile bir şeyler göremiyordum. Karşıma bam başka bir adam çıkmıştı. Şoktaydım. Konuştuğum kişiler aynı kişiler olamazdı. Bir kıza arkadaş kalalım diyen ve kız onu reddedince komik bulan, bir başka kıza günaydın diyen ve kız ona tepki vermeyince bozulan kişi ile benim konuştuğum adam aynı olamazdı. Zaten bana bir kez bile günaydın dememişti, bir kez bile ilişkiyi sonlandırmak istediğinde arkadaş kalalım dememişti. Düşünün sevgili okuyucularım bu durum size kendinizi ne kadar değersiz hissettirirdi? Ben diyeyim b*k gibi hissediliyor.

Sonra bana yazmaya devam etti. “Aylin ben hayatımda kimseyi istemiyorum. Yalnız kalmak istiyorum neden anlamıyorsun? Bu seninle ilgili bir konu değil. Şahsınla ilgili algılamazsan sevinirim. Artık seninle arkadaş da kalmak istemiyorum. Bana bir başkasıyla görüşüyorum yalanını söyleten biriyle özellikle arkadaş kalmak istemiyorum.  Ben sana zaten ilişkiye hazır olmadığımı söylemiştim.”

Bak! Bak laflara bak! Ben yalan söyletmişim Kerem Bey’e! Manipülasyonun dibi işte budur! Beni suçlayarak kendisini rahatlatmanın dibi! İlişkiye hazır hissetmiyorum demiş miş miş… Eee ben de “Böyle bir şey istemiyorum” dedim. Sustun ve görüşmeye devam ettin. Ben de görüşmeye devam ettim. O zaman bu sözsüz bir anlaşmayla akışa bırakılmış bir ilişki olmuyor mu? Erkek kendi sözlerini önemseyip “Ben zaten demiştim” diyor da karşısındaki kadının sözleri neden yok sayılıyor? Bu nasıl bir bencillik? Bir bardak kahve için başkasıyla görüşüyorum yalanını söylemek nasıl bir medeniyetsizlik? Üstelik bunun benim canımı nasıl yakacağını bile bile ve bana kendimi b*k gibi hissettireceğini bile bile bunları yapmak nasıl bir korkaklık? Medeni iki cümle kuramadan her şeyi yakıp yok etmek, kendine duyulan saygıyı ve sevgiyi yok etmek ancak korkakların yapacağı türden bir şey değil mi?

İnsanlar sevgisizliğe o kadar alışmış ki ufacık bir sevgi ile karşılaşınca hemen k*çı başı ayrı oynuyor. Üstelik yalanı ben söyletmişim. Çıldırmak üzereydim. Sinirden ölüyordum. Kerem’i bu kadar yanlış tanıdığım için kendimi suçladım. Suçlu bendim çünkü âşık olduğumu fark etmemiştim. Kerem’e en objektif yaklaştığımı düşündüğümde bile aşkımdan gözümün kör olduğunu anlamamıştım. Nazik, düşünceli, insanlara değer veren, duyarlı, sözünün eri, samimi, sahtelikten uzak, düşüncelerini dürüstlükle dile getiren, sıcacık gülümsemesi olan Kerem’i kafamda kendi kendime yarattığımı fark etmemiştim. Aslan Kralı ben yaratmıştım. Aslında Aslan Kral yoktu. Tüm suçlu bendim! Objektif bakış açımı kaybetmiş ve piyasadaki adamlardan biriyle görüştüğümü anlayamamıştım.

Kendimi kaybetmeyecektim. Kerem tanıdığımı sandığım Aslan Kral çıkmamış olabilirdi ama ben Aylin’dim. Kerem’in nasıl bir insan olduğu onu bağlardı. Ben yine ben gibi davranacaktım.

“Kimseyle yollarımı küs ayırmadım. Bu durumlardan hoşlanmıyorum. Bana büyük bir medeniyetsizlikle gelince şok oldum. Bence değerli bir insandın ve hala değerlisin. Küs gitmek istemiyorum. Sen benim birlikte çok eğlendiğim kaçış noktamdın. Gizli bir psikopatlığın olduğunu düşünsem de geçen vakit benimdi ve neden kaybedeyim? Sana küsmüyorum. Sana kendini iyi hissettirecek bir kadın, bol para ve sevdiğin bir iş diliyorum. Çok mutlu ol. Günün birinde konuşmak istersen buradayım. Hoşça kal, sevgiler.”

 

Evet, bunları yazdım. Ben Aylin, insanlara değer veren ve her zaman anılarına saygı duyan, hayatından kim nasıl geçip giderse gitsin hala sevgiyle o kişileri hatırlayan Aylin’im. Uğradığım büyük saygısızlıklara ve suçlamalara rağmen Kerem’i suçlamıyorum. Beni tanımamış olması büyük bir beceriksizlik olabilir ama herkes doğru tespitler yapamaz. Kerem, sizlere göre sadece kendi çıkarları peşinde koşan kötü bir adam olabilir ama bana göre hala öyle değil.

Kerem, yolunu kaybetmiş bir adam ve okyanusun ortasında tek başına bırakılmış kayıp bir ruh… Ona sevgiyle uzanan eli bile göremiyor. Yalnız kalıp toparlanmak istiyorum diyor ama bireyselleşip kendini bulma yolunda gittikçe bencilleştiğinin farkında değil. Bunların hepsi benim iyi niyetli bakış açım ve hala Kerem’de iyilik arama çabalarım gibi gelebilir sizlere lakin ben böyleyim. Kötü göremem onu… Belki gerçekten yanılıyorum ve kötü bir insan olamaz mı? Olabilir ama ben onu öyle hatırlamak istemiyorum. Benim tanıdığım adam kötü değildi sadece başına kötü şeyler gelmiş ve kaybolmuş iyi bir adamdı. Kendi ormanından uzaklaşmış bir Aslan Kraldı.

Güçsüz olmak istiyor ama her an güçlü olmak zorunda…Kaçmak istiyor ama kaçamıyor… İnsanların talep ve isteklerine yetişmekten yorulmuş ama yorulduğunu belli etmemek zorunda… Canı acımış ve vaktinin boşa gittiğini hissetmiş… Bir kez rest çekip kaybettiğinde herkese aynısını yapabilirim sanıyor… Ben neleri kimleri unuttum artık kimsenin değeri yok diyor.

O kadar garip bir ruh ki hissettiğim, canımı acıtıyor. Ona sım sıkı sarılmak uzun uzun onunla konuşmak istiyorum. Aslında güneş gibi parladığını, kalbinin sıcacık olduğunu ve bu sıcaklığa insanların ihtiyacı olduğunu söylemek istiyorum. Her şeye rağmen gülümsemesindeki güzelliğin kaybolmadığını bilmesini istiyorum. Kocaman bir kalbi olduğunu aslında babacan denilebilecek kadar büyük bir kalbi olduğunu ve sandığından çok daha güçlü bir adam olduğunu bilmesini istiyorum. İstediğinde her işe yetişebilecek ve her kalbe dokunabilecek bir potansiyelinin olduğunu görmesini istiyorum.

Tüm canımı acıtmalarına rağmen onu sevdiğimi bilmesini istiyorum. Eğer isteseydi onunla enkazını kaldırırdım. Eğer isteseydi yeniden başlardım onunla ve o iyileşene kadar yanında olurdum. Lakin daha öncede demiştim bunu sizden karşı tarafın istemesi gereklidir. Ben kendi başıma bunları ona teklif edemem. Bunu onun istemesi lazım ve bana güvenmeyi seçmesi lazım. Mutlu olmayı hak ettiğini kabullenmeli, hediyelerle ve güzel sözlerle şımartılabilecek bir adam olduğunu görmeli. İnkârı değil, inanmayı tercih etmeli.

Aylar geçti Kerem’i görmüyorum ama onu hiçbir kötü olay yaşanmamış gibi sevmeye devam ediyorum. Kerem’le tatile gitmeyi kararlaştırdığımız için alışveriş yapmıştım. İç çamaşırları, gecelikler, pantolonlar, gömlekler bir sürü şey almıştım. Baştan aşağı yeni kıyafetlerle yeniliklere açılacaktım ama aylar geçmesine rağmen hiçbirine dokunmadım.

Her gün unuttum diyorum kendime artık düşünmeyeceğim ama uyumadan son baktığım şey Kerem’in bana Lizbon’dan getirdiği hediyeler oluyor. Kafamı dağıtmak için dışarıya çıkıyorum ve bir barda rock söylenirken ağlayıp tüm barla arkadaş olup mekândan ayrılıyorum. Bir sürü yeni insanla tanışıyor fakat hepsinde Kerem’i arayıp bulamıyorum. Sevdiğim tüm şarkılarda Kerem geliyor aklıma ve çok sevdiğim Notthing Hill filmini artık izleyemiyorum. Her canım sıkıldığında sığındığım filmi artık izleyemiyor filmin müziği olan She’yi dinleyemiyorum.

Anna Scott ile William Thacker’ın o muhteşem sahnesini bir daha görmeye dayanabileceğimi sanmıyorum. Çünkü tıpkı Anna’nın o muhteşem sahnede “I’m just a girl standing in front of a boy, asking him to love her” (Ben sadece bir kızım, bir erkeğin önünde durmuş ondan beni sevmesini istiyorum) repliğini attığı anı yaşadım, reddedildim ve Thacker gibi sonradan benim için gelen de olmadı. Gerçekten bu tarz şeyler sadece filmlerde oluyor.

Kendimden sıkılma ve nefret etme duygusu hissetmeye başladım. Kerem tarafından hiç düşünülmemişken hala onu düşünürken kendimi bulmak canımı acıtıyor. Kendimden çok sıkıldım.

Gözlerimi ne zaman kapatsam Kerem ile karşılaşmaktan sıkıldım. Zirveleri göremediğimiz yetmiyormuş gibi ne zaman duygularım kabarsa Kerem’i düşünürken kendimi bulmaktan da çok sıkıldım. Onu arzulamaktan sıkıldım. Bazen delice bir dalga vuruyor kalbime ve ona inanılmaz bir sarılma arzusu hissediyorum. Dayanılmaz bir ağlama isteği geliyor yolda, işte, konserde, arkadaşlarımla muhabbet ederken.

Her sabah uyandığımda telefonumu hep aynı düşünceyle elime alıyorum ve aynı hayal kırıklığı ile yerine bırakıyorum.

Arkadaşlarım bana “Sen aşık değilsin. Sadece yeni birini bulman lazım…” dediğinde üstlerine atlayıp onları parçalamak istiyorum. “Lanet olasıca aşk bu değilse ne ulan?” diyerek tepki gösteriyorum ve susuyorlar.

Sevgili okuyucum bana şu an “Bu adamın bunca sevgisizliğine rağmen hala mı? Hala mı seviyorsun?” dediğinizi duyuyor gibiyim. Cevap veriyorum “Evet, hala seviyorum”

Profesör Severus Snape gibi oldum.

-After all this time?

- Always

 

Belki akışta kalmak için değildi, mutlu hissettiği ve fazlasını istemediği için değildi. Belki gerçekten beni hiç umursamadığı için sormadı, ilgilenmedi neden gittiğimle. Belki gerçekten benimle geçirdiği saatlerin onun için hiç özel olmaması nedeniyle bu kadar kolay gitti. Belki de benden hiç hoşlanmamıştı ve sadece boş zamanlarında etrafında bir ses istedi. Belki gerçekten kötü hissediyordu ve ben ona hiç kendisini iyi hissettirmedim. Bunların hiçbirini o sessizliğini bozmadan öğrenemeyeceğiz. Belki kalbim hiç değer görmediği, değersizleştirildiği ve hiç sevilmediği bir yere özlem çekiyor.

Belki çoktan hissedildiği ve hissettiği bir kadın buldu. Belki çoktan kalbi huzura kavuştu. Belki kalbini kıranlar o kırıkları onardı. Belki belki belki…. Ve belki ve belki … Belkilerin sonu asla gelmez. Tüm belkilere ve olasılıklara rağmen, tüm kaybedişlerime rağmen ve yine kaybetme ihtimalime rağmen yeniden deneyeceğim. Son bir kez tüm kalbimle yeniden deneyip yeniden kaybetmeyi göze alacağım.

Geçmişte bir aslan bana ‘seni seviyorum’ dediğim ve kaybettiğimde gururumun kuş gibi uçtuğunu öğretmişti. O gün bir daha asla bunu yapmayacağıma dair söz vermiştim. Birçok kez bu öğrenilmiş acı yüzünden hiç yaşanmamış ve belki de yaşanmayacak kaybetme ihtimalleri yüzünden kaçtım. Kaçmayı güzel öğrendim.  

Bugünse Aslan Kral sayesinde tüm öğrendiklerimin yanlış, kaçışların anlamsız olduğunu görüyor ve öğreniyorum. Kaçışlar anlamsız çünkü bu duygu o kadar anlık ki bir bakıyorsun âşık olmuşsun, bir bakıyorsun sevmişsin. Yavaş yavaş hiç hissettirmeden kanına, kalbine işliyor ve sen öğrendiğinde kaçmak için çok geç kalmış oluyorsun. Hayat zor, zaman akıyor ve kolay sevmeyen kalpler için sevgi değerli. O değerli duygu boşa harcanmamalı. Bir kaybediş olacaksa, hissettirdiği derinlikte büyük bir kaybediş yaşatmalı. Sevgi ne kadar büyükse kaybedişi o kadar acıtmalı.

Hiçbir zaman kolay kolay bir insanı sevmedim ve gerçekten sevdiğimdeyse kolay kolay sevgimden vazgeçmedim. Elbette geçecek ve bu aşk önce sevgiye sonra geçmiş güzel bir anıya dönüşüp kaybolacak. Ama hiçbir zaman unutmayacağım ve hiçbir zaman merak etmekten vazgeçmeyeceğim. Kerem eğer isteseydi ruhuna dokunmamı ve tam ruhumu göreceği an kafasını çevirmeseydi ne olurdu?

Kendimle mücadeleyi bıraktım. Durumumu kabullendim ve sessizce kalbimin kendi kendini onarmasını bekliyorum. Aşkı unutan benliğime inat kalbim aşkı hatırladı ve kırılsa bile hala atıyor. O yüzden kalbimi artık üzmek istemiyorum. Kalbimi serbest bıraktım ve kimseye zararı olmadan, sessizce aşkının yasını tutmasına izin veriyorum.

Tüm kötülüklere inat bana güzel dakikaları hatırlatan, tüm eksikliklere rağmen bana hep artıları gösteren kalbime şefkatle yaklaşıyorum. Kalbimin karşılık alamamasına rağmen hala sevgiyle, aşkla, iyi dilekler ve iyi niyetlerle dolu olmasını hayranlıkla izliyorum. Hayatın tüm zorluklarına inat, hayatın sevgisizliğine inat sevmeyi unutmayan ve sevmekten vazgeçmeyen kalbime hayranım.

Hayatımda birçok kez kalbimin sesini bastırarak yıkık dökük yoluma devam ettim. Kalbimin sesini duymazdan geldim. Bu defa yapmayacağım. Kalbimi özgür bırakacağım ve o ne zaman isterse o zaman iyileşmesine müsaade edeceğim. Kalbim acırken onu görmezden gelerek bir kez de ben yaralamak istemiyorum. Düşmem gerekiyorsa düşeceğim çünkü biliyorum bir gün kalbim onarılacak ve mantığım ile kalbim bir bütün olmuş şekilde ayağa yeniden kalkacak. Yıllardır kimseye âşık olamamaktan şikâyet edip duran mantığım ve beynim bu cezayı hak etmişti.

Bu hikâyenin bir sonu yok. Kerem kötü biri mi? Yoksa gerçekten tanıdığım o iyi adam mı? Bilmiyorum. Onunla geçirdiğim zaman sahte miydi? Yoksa hepsi gerçekten hissedilmiş miydi? Bilmiyorum. Kalbim Kerem’i bugün görse ona sarılmak için beklerken ben hiçbir yorum yapamam. Bunca yıldır mantığım beni sevgisizliğe mahkûm etmişken kalbim bir çıkış yolu buldu ve sevginin nasıl bir şey olduğunu bana yeniden hatırlattı. Kalbimi dinleyeceğim çünkü bunu ona borçluyum.

Evet, sevgili okuyucum bu hikâyeye bir son yazamam çünkü yazılacak hiçbir son benim kararlarım sonucunda yaşanmayacak zaten hikâyede hiçbir şey benim kararlarım sonucunda yaşanmadı. Kerem bugün gel dese koşmak için can atan bir kalbim varken bu sonu ancak Kerem yazabilir.

Aslında hikâye nasıl başladıysa öyle bitecek Kerem başlattı, Kerem sürdürdü ve sonunu da o yazacak...

  

SON SÖZ…

Toplum içinde yaşıyoruz ve ister istemez insanların sahteliklerinden etkileniyoruz.

Tüm kötülüklere inat içinizdeki iyiliğe sarılın ve sahte gerçeklikler içinde kalbinizin sesini dinlemeyi unutmayın. Günler karanlık ve sahte samimiyetlerle dolu olabilir ama inatla kalbinizi dinlerseniz sizi ait olduğunuz, ait hissettiğiniz yere bir gün elbette götürecektir. Kalbiniz acı mı çekiyor? Bırakın acısını çeksin ve sessizce yasını tutsun, elbet bir gün iyileşecektir.

Unutmayın bu kitabın adının “Çok Sevgili Bazı Sahte Gerçekler” olmasının bir anlamı var. İnsanlar günümüzde sahteliklerden sürekli şikayetçi olma durumunda ve eminim sevgili okuyucum sen de şikayetçisin. Fakat kendimize dönüp bakıyor muyuz hiç? Başkalarının sahteliklerine kolayca sahte diyebilirken kendimize ne kadar kolay gerçek diyoruz. Oysa hiç mi içinde sahtelik yok? Hiç mi rol yapmıyorsun? Hiç mi insanlarla konuşurken kafanda bir satranç tahtasındaymışçasına hamleler kurgulamıyorsun? Eğer bunları hiç yapmıyorum diyorsan seninleyim ama çoğumuz yapıyor. O yüzden bizlerin gerçekliği sadece çok sevgili sahte bir gerçeklik oluyor ama sana bir şey söylemeliyim. Asla yeterince dürüst değilsin, tıpkı bu hikâyenin konusu olan Aslan Kral gibisin, Aylin gibisin, tıpkı bu kitabın içerisinde geçen diğer tüm karakterler gibisin. Senin gerçeklerinin özünde aslında sahte gerçeklikler olduğunu göremiyorsun.

O yüzden sevgili okuyucum, bu kitap senin çok sevgili sahte gerçeklerini selamlamak için yazıldı.

Ve çok sevgili bazı sahte gerçekler bitti…

 

 

 


 

Yorumlar

Popüler Yayınlar