4. Bölüm: ASLAN KRAL
4.BÖLÜM: ASLAN KRAL
ASLAN KRAL
Yalnızlıktan bunalmıştım hayatımda
her şey üst üste gelmişti. Evin ve ailemin tüm sorumluluğu bir anda üzerime
binmişti. Kendime bir kaçış noktası yüzümü güldürecek bir şeyler arıyordum.
Sözde bu arayışı depresyona girmemek için yapıyordum ama meğer çoktan depresyon
denen uçurumun kenarında dolaşmaya başlamışım da haberim yokmuş.
Ne yapacağımı, kiminle konuşacağımı
hiç bilmediğim ve artık çözüm bile aramaya gücümün olmadığı günlerden
geçiyordum. Evdeydim oturup kalmıştım, çaresizce
birinin gelip “Seni anlıyorum Aylin. Hadi kalk, her şeyi düzene koyman için
sana yardım edeceğim” demesini bekliyorum ve kimse gelmiyordu.
Tüm gün elimde telefon ve bilgisayar
takılırken bir gün üniversiteden tanıdığım Ali’yle mesajlaşmaya başladık.
Hoşuma gidiyordu çünkü uzun zamandır karşı cinsten biriyle bu kadar keyifli
sohbet etmemiştim. Mesajlaşmaktan nefret eden ben iki üç saat aralıksız
mesajlaşır hale gelmiştim. Ali, artık eski tanıdığım kişi değildi büyümüştü,
olgunlaşmıştı ve sohbetlerimiz her geçen gün uzuyordu. Aynı filmlerden ve aynı kitaplardan
hoşlanıyor saatlerce bunlar hakkında konuşabiliyorduk.
Birlikte vakit geçirmeye başladıkça
ondan daha çok hoşlanmaya başlamıştım ama ne uzuyor ne kısalıyorduk. Bir türlü
ilişki ilerlemiyordu. O işinden dolayı farklı bir şehirdeydi bu yüzden
ilişkiden kaçındığını anlıyordum ama sabrımın doruklarına gelmiştim.
Ben sağını solunu toparlamaya
çalıştıkça dağılıp duran bir hayatım vardı ve bir de üstüne aşk hayatımda
belirsizlikler olmasını çekemez hale gelmiştim. Bu durum beni daha da mutsuz etmeye
başlamıştı. Onun dengesizliklerini çekemiyordum. Uzaklaşıyordum ve kendi kendime
“Tamam kızım, bu defa yırttın” diyordum ama Ali pat diye arıyordu ve her şey
başa dönüyordu. Tam bir kısır döngüye hapsolmuştum.
Aynı dönemlerde bazı ufak tefek
sağlık problemlerimde ortaya çıkmıştı. Problemler ufak tefekti ama psikolojimi
doğrudan etkiliyor ve vücudumun form değiştirmesine sebep oluyordu. Kısa sürede
vitaminler, takviye edici gıdalarla ve sağlıklı beslenme ile durumum yola
girdi. Toparlanmaya ve hatta kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Doktorum
ise iyileştiğimi ve iyi hissettiğimi gördüğünde “Dışarı çık, eğlen gez,
sevgilin olsun, olmadı mı? Birileriyle takılmayı öğren, sadece takıl yahuuu…
Sen etrafına bakmadıkça göremiyorsun. Hayatın sorumluluklarını bir kenara bırak
çünkü sen wonder woman değilsin, her yere yetişemezsin. Ailenin ya da başka
insanların hatalarının sonuçlarını sen ödemek zorunda değilsin. Başkalarının
sorumluluklarını sırtında taşımak zorunda değilsin. Düşünmeyi bırak ve şunu
unutma, stres ile üzüntü seni diğer insanlardan daha çok etkiliyor. Eğer strese
girersen her şey tekrarlar. Sadece düm düz yaşa, düşünme kızım” dedi.
Doktorun bu konuşmasını uzun uzun düşünüp
durdum ve içimde ufak ufak bir mutluluk ateşinin yanmaya başladığını hissettim.
Canım arkadaşım Mellon’umu aradım ve onunla buluştuk.
Mellon’a doktorun dediklerini ve Ali’yi
anlattım. Mellon, doktorun söylediklerini duyunca hak vererek hiçbir şeyi
kafama takmamam konusunda nasihatlerini sıraladı ve sonra Ali ile aramızdaki
ilişki için “Aylin, bu çocuk ne uzar ne kısalır, senin yeni birini bulman lazım.
Çocuğu sevmiyorsun bile sadece alışkanlık oldu ve konfor alanından çıkmaktan
korkuyorsun” dedi.
İtiraz ettim. “İyi ama yeni birini
nasıl bulacağım? Hem ben hiç tanımadığım bir adama kendimi al baştan anlatacak
gücü şu an kendimde görmüyorum uğraşamam. Ben yorgunum. Bak, Ali beni tanıyor
ona kendimi anlatmama gerek yok. Her şey hazırdı, armut pişecek ağzıma
düşecekti ama bir türlü düşemedi.”
Mellon kızmıştı. “Öyle her şey armut
piş ağzıma düşle olmuyor. Hem deli misin sen? Tamam, sıkıntılı günlerinde
çocukla konuştun, eğlendin bitti. Adamı sevmiyorsun ama üzülüyorsun, olmaz bu
böyle! Senin bu boşluk modundan çıkman gerekiyor. Senin gerçek bir şeyler
yaşaman gerekiyor. Sen böyle değildin.”
“Mellon’um denedim sanki bilmiyor
gibi davranma. Hatırlasana bir tane avukat vardı. Çocukla konuşmayı istemedim,
dayanamıyorum. Ne o öyle yılışık yılışık konuşmalar…” Biraz düşündükten sonra
ekledim. “Eee sonra üniversitede doktorasını yapan çocuk vardı. O da her sabah
günaydınlar her an mesaj atmalar falan. Gelemiyorum arkadaşım ben o kadar
sıkıntıya, birisi sevgili moduna girer girmez kaçasım geliyor.”
“Ama Ali’den bir adım bekliyorsun?”
Omuzlarımı silktim. “Bilmiyorum,
belki uzakta diye istiyorum. Çok yılışıklık yapamaz. Ya da onu zaten tanıyorum
ve o da beni tanıyor. Güvenilir olduğunu biliyorum, o da beni biliyor. Ali ile
ilgili dürüst mü? Değil mi? Diye düşünmeme gerek kalmıyor. Rahatım.”
Mellon, “Yani konfor alanından
çıkmadan her şey olsun istiyorsun” dedi ve başını beni onaylamayarak iki yana
salladıktan sonra telefonunu çıkarttı. “Bir uygulama var. Bak bu işte”
Telefonunun ekranını bana gösteriyordu. “Diğer uygulamalar gibi değil. Herkes
sana mesaj atamayacak, ilk sen mesaj atabiliyorsun. Şimdi telefonunu ver. Bu
arkadaşlık uygulamasını sana da indireceğiz”
“Ben kimseye al baştan kendimi
anlatamam diyorum ve sen bana ne diyorsun? Hem hayatta konuşamam öyle
tanımadığım adamlarla ben… Ben yüz yüze tanıştığım adamlara güvenemiyorum,
internetten tanıştığım adamla ne yapacağım? Çıldırdın mı?”
Ben daha konuşmamı bitiremeden
arkadaşım aniden telefonumu alıp arkadaşlık uygulamasını indirdi ve profilimi
oluşturup fotoğraflarımı yükledikten sonra telefonumu bana geri uzattı. “Al
bakalım, şimdi üşenmek yok ve buradan birini bulana kadar şansını denemeyi
bırakmayacaksın. O ne uzayan ne kısalan geri zekalıyı da takıntı yapmaktan
kurtulacaksın.”
Uygulamayı incelemeye başlamıştım.
Bir sürü adam vardı, ekranı bir sağa bir sola kaydırıyordum. Beğendiklerin sağa,
yok sol muydu? Hatırlayamadım soldu galiba. Neyse biz sol diyelim.
Beğendiklerimi sola, beğenmediklerimi sağa kaydırıyordum. Kısacası mal seçer
gibi erkek seçiyordum ve on dakika sonra midem bulanmaya başlamıştı. Çünkü
birileri de aynı benim yaptığım gibi mal seçer gibi beni seçiyordu. Kendimi
dünyanın en saçma işini yapıyormuş gibi hissediyordum. Arkadaşlık uygulamalarını
kullanmak inanılmaz ezik bir durum gibi geliyordu.
Telefonu bırakıp, “Yok ben yapamam.
Bu çok saçma” dedim.
“Hayır, yapacaksın. Konuş ya! Sadece
konuşacaksın insanlarla, uyuzluk yapma. Vallahi ben seninle konuşmam!”
Uzun uzun tartışmalar sonucu Mellon
beni ikna etmeyi başarmıştı. Yalnız kaldığım zamanlarda uygulamayı açıp bakınmaya
başlamıştım. Abuk sabuk tipler vardı. Naber, nasılsın sorusundan hemen sonra
tatile gideceğim benimle gelsene ya da hadi seni alayım geceleyelim gibi
cümleler kuruyorlardı. Sinir oluyordum. Bu samimiyetin, bu hadsizliğin sebebini
anlamaya çalışıyordum ama anlayamıyordum. Söz vermiştim Mellon’a, illa biriyle
konuşacaktım ve uzun uğraşlar sonucunda konuşulabilir üç adamla mesajlaşmaya
başladım. Akıllı adamlardı ve sohbet keyifliydi. Bir tanesi uzun bir sohbetten
sonra boşanma arifesinde olduğunu söyleyince anında onu şutladım. Boşanma
arifesinde olduğum bir kocam olsaydı ve bir kadınla konuşmaya başlasaydı
inanılmaz rahatsız olurdum. Bu yüzden muhabbeti her ne kadar güzel olsa da
çocukla iletişimimi anında kopardım.
İkinci adam kahve içmek istediğini söyledi,
kabul ettim. Yüz yüze tanıştık, iyi birine benziyordu ama asla uygun değildik.
Tamamen farklı tarzlarımız vardı. Gerçi o beni beğendiğini belli etmiş ve
sonraki günlerde her sabah günaydın mesajlarına boğmuştu beni ama sonuç
değişmedi. Onunla da iletişimi kesmiştim fakat sessizce sosyal medya
hesaplarımda kalmaya devam etti.
Mellon, ikinci adamla bir kez daha görüşmem
için çok ısrar etmişti ama “Olmaz, sonuç değişmeyecek. İlk görüşte bir şey
hissetmediysem olmuyor” diyerek Mellon’un baskılarını üstümden kaldırmıştım.
Uygulamaya sık girmemeye arada
sırada akşamları bakınmaya başladım ve bu üçüncü adam olan Kerem ile sıkılmış
olduğum bir anda konuşmaya başladık. İlk konuşmamızda uygulamadaki tiplerin
dedikodusunu yapmıştık ama bugün anlıyorum ki yeterince dürüst olmamış. Neden
mi? Eee hikâyenin sonunda öğrenirsin sürpriz… Güzel okuyucum unutma bu hikâyenin
‘Çok Sevgili Bazı Sahte Gerçekler’ adlı kitapta olmasının bir nedeni var. Hadi,
hadi ama hikâyeye devam edelim.
Kerem çok eğlenceliydi, özellikle
dedikodu kısmında ve onun kızlarla uygulama üzerinde konuşmaya başlayıp
buluştuğundaki hayal kırıklıklarını dinlerken çok eğleniyordum. Uygulamayı yeni
kullanmaya başladığım için bende çok dedikodu yoktu ve onun anlattıklarını
dinlemek eğlenceliydi ama hikayelerinde sansürlediği kısımlar olduğunu hissediyordum
ve sık sık onu sıkıştırdım. Lakin tüm çabama rağmen sansürlerini kaldırmadı.
Anlattığı hikayelerden iki tanesini
çok net hatırlıyorum. İlk hikâye onun kızların genelde bu arkadaşlık
uygulamasını egolarını tatmin etmek ve instagram hesaplarına takipçi toplamak
için kullandığını söylemesiyle başladı. Kerem’e neden böyle düşündüğünü
sorduğumda ise bana mesajlaşmasının bir ekran fotoğrafını attı. Whatsaptan kıza
bir pazartesi sabahı “Güzel bir gün geçirmenizi dilerim efenim” yazmış. Kız ise
ona “Günaydın. Sağ ol” demiş. Eee tabi haliyle bizim Kerem’de sağ ol lafına
bozulmuş ve gülmüş sanıyorum kıza bir daha da yazmamıştır. (Fakat hikâye o
kadar anormalleşecek ki sandıklarınız sanmadıklarınıza dönüşecek… Bu satıları
hafızalarınızda iyi saklayın.)
Gelelim Kerem’in unutmadığım ikinci
hikayesine… Kerem, bir başka kızın muhabbetini çok sevmiş fakat kız ile bir
ilişki başlatmak istememiş bu yüzden kızla arkadaş kalmak istemiş. Kız ise
“Bence ikimizin de yeterince arkadaşı var. Hoşça kal” demiş.
Bunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü
iki insanın birlikte iyi vakit geçirdikten sonra arkadaş kalamayışı beni hep
hüzünlendirir bu yüzden kızın arkadaşlık teklifini kabul etmeyişini
anlamamıştım. Kerem’e aynen şöyle dedim. “İyi insan bulmak zor. İnsan kazanmak
da zor ve insan kaybetmek çok kolay. İnsan eğer gerçekten karşısındaki kişinin
iyi birisi olduğunu düşünürse neden arkadaş kalmasın? Bu çok saçma”
Kerem, “Yok kızlar arkadaş
kalamıyorlar” dedi ve o da bu durumun aslında rahatsız edici olduğunu savundu.
“Saçma, ben arkadaş kalırım. Hiçbir
eski flörtüm ya da sevgilimle küs ayrılmadım. Hepsiyle görüşebilirim” diye
karşılık verdim.
Kerem bana ne kadar inandı
bilmiyorum ama bu söylediklerim doğruydu. Birlikte eğlenebildiğim, sohbet
edebildiğim her şeyden önce iyi bir insan olduğuna inandığım kimseyi kaybetmek
istemem. Hayatımın hep bir köşesinde o iyi insanların olmasını isterim. Aksi
takdirde o iyi insanları kaybedersem vaktimi boşa harcamış hissediyorum. O
insanı tanımak için geçirdiğim zamanı, onunlayken edindiğim tecrübeleri,
öğrendiklerimi hepsini kaybetmiş gibi oluyorum. Ortak bir hatıramıza geriye
dönüp baktığımızda birlikte kahkahalar atıp gülemiyorsak o vakit boşa geçmiştir
ve benim vaktim değerli hiç kimse benim vaktimi boşa harcayamaz.
Ayrıca ben insanlara değer
veriyorum. Aşk yaşayamadık diye iyi bir insanla görüşmeyi kesecek kadar da
medeniyetsiz değilim. Herkes herkesi aynı ölçüde sevecek diye bir şey ne kadar
üzücü olsa da yok. Bu yüzden iyi anlaştığın biriyle arkadaş kalınamaması durumu
bana çok çocukça geliyor. En azından vaktin boşa geçmediğinin kanıtı olarak kurulan
o iletişim ve sevgi bağının arkadaşlığa dönüşebilmesi gerekiyor. Böylece
etrafında güvendiğin ve sevdiğin insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Üstelik
yaşadığımız çağı düşünürsek ve iyi bir insan bulmanın zorluğunu göz önünde
tutarsak küsmek ile kavga etmenin ne kadar saçma sapan bir şey olduğunu
görebiliriz.
Hem bir insanın iyi ya da kötü
olduğunun tek göstergesi kadın-erkek ilişkilerindeki tutumu olmamalı. Bir insan
sevgili ilişkilerini iyi yürütemiyor ve hata üstüne hata yapıyor olabilir fakat
arkadaşlık ilişkilerinde de tam tersine inanılmaz güvenilir, dost canlısı
olabilir. O yüzden kadın veya erkek fark etmez, bir insanın iyi veya kötü
olduğunu sadece gönül meseleleri üstünden değerlendirmek bana pek doğru
gelmiyor. Tabi ki bunu uçlarda yaşayan, aşırı agresif ve size hem fiziksel hem
de psikolojik şiddet uygulayan, manipülasyon yapan kişiler için demiyorum.
Normal insanlar için diyorum.
Bir adam veya kadın ilişki
içerisindeyken size kendinizi iyi hissettirmiyorsa muhtemelen tek suçu sizin
onu sevdiğiniz kadar onun sizi sevmeyişidir. Sırf bu yüzden de bir kişiye
sosyal hayatını da kapsayarak “kötü bir insandı” demek bana birazcık haksızlıkmış
gibi geliyor.
Kerem’e bu kadar ayrıntılı olmasa bile
düşüncelerimi söylemiştim ve o da bana “kızlar genelde senin gibi düşünmüyor
istediklerini elde edemediklerinde hakarete bile başlayabiliyorlar” dedi ve
uzun uzun anlatmaya devam etti. Yine şoklar içinde onun anlattıklarını
dinlemiştim.
Nedendir bilinmez bu iki olay
hafızamda ilk günkü gibi taze ve bugün dönüp baktığımda anlıyorum. Bu iki
hikâye yüzünden onu kendime benzetmiştim. Ben fark edemesem de bilinçaltım Kerem’in
vaktimi boşa harcamayacak bir adam olduğunun sinyallerini almıştı. Onunla
konuşmaya devam etmeye karar vermiştim. İlişkimiz olması şart değildi, arkadaşım
olarak hayatımda kalabilecek bir yapısı vardı.
Sohbetimiz devam edip dedikodu
yaparken birdenbire “Neden bu uygulamadasın?” diye sordu.
Ona, belirsizliklerle dolu bir
ilişkiden beni uzaklaştırmak için arkadaşımın uygulamayı zorla indirdiğini
özetle anlattım ve ben de ona sordum. “Sen neden buradasın?”
Uzun süreli ilişkisi yeni bitmiş ve
arkadaş çevresinin dışında birileriyle iletişime geçmek istemiş üstüne üstlük
ona bu fikri veren kişi de psikoloğuymuş. “O kadar uzun süredir birlikteydik ki
onun arkadaşları benim, benim arkadaşlarım onun oldu. Ne yapsam ona haber
uçuyor. O yüzden yeni insanlar tanımak istedim” demişti.
Aslında dürüstçe verilmiş bir
cevaptı ve günümüzde zor rastlanacak bir samimiyet ile durumunu anlatmıştı ama
bu benim sinirlerimin bozulmasına engel olamamıştı çünkü adam kendine yara
bandı arıyordu. Ben zaten kendimi yeni insanlara anlatmaya yoruluyordum ve tam ‘işte
beni yormadan sohbet eden bir adam buldum’ diyordum ama karşımdaki kişinin
sadece yara bandı olabileceğimi öğreniyordum.
Koşarak kaçmak istedim fakat Kerem o
kadar samimi kuruyordu ki cümlelerini kaçamadım. Bir süre daha sohbete devam
ettim ve kibarlığı da elden bırakmadan kaçmanın bir yolunu bulup muhabbeti
kestim.
Uzun süre yazmadı ve ben de yazmadım,
açıkçası aklıma bile gelmemişti. Sonra aradan bir hafta ya da on gün geçtikten
sonra bana mesaj attı. Tekrar sohbet etmeye başladık. İnstagramlar alındı,
muhabbet oldukça akıcı ve tatlı ilerledi, telefon numaraları alındı. Derken bir
gün buluşma kararı verildi.
Buluşma kararı verilir verilmez Mellon’u
aradım ve ona durumu anlattım. Arkadaşım her zamanki gibi beni gazlamaya
başlamıştı ama benim buluşmaya gitmeye hiç niyetim yoktu. İnanılmaz isteksizdim.
Mellon, “Muhabbeti güzel ve kendi de hoş birine benziyor, demedin mi sen?” diye
sordu.
“Yahu tipini soruyorsan, tipim olduğu
pek söylenemez. Muhabbeti ise gerçekten keyifli ama kimsenin yara bandı olamam.
Hem ayrıca bilmiyorum, ben…”
“Aylin!” diye bağırdı. “Git ve
çocukla bir yemek ye lütfen.”
“Yemek yiyelim ama yemekten sonra
nereye gidip dans edebiliriz, nerede içebiliriz gibi gibi sorular sordu. Ben
salak mıyım? Av-avcı modelini bilmiyor muyum?” diye karşı çıktım.
Arkadaşım asla geri adım atmayarak
beni ikna etti. “Aylin, canım arkadaşım. Yemek yiyin ve sevmezsen, yılışık
çıkarsa eve gidersin ya da seversin bara dansa gidersin. Barda da hoşuna
gitmeyen bir şeyler olursa yine evine dönersin. Ne olacak?”
Söyledikleri mantıklı geldiği için
Kerem ile buluşmaya gittim. Hatta buluşma günü randevu saatine geç kalacağım
endişesiyle taksiye binip Suadiye’de buluşacağımız mekâna gittim. Ne
orostopolluk ama… Hem buluşmak istemiyorum diyordum hem de Kerem’i bekletmemek
için taksilerle mekâna gidiyordum. Sanırım Kerem ile ilgili kendi içimdeki ilk
çelişkim ve orostopolluğum buydu.
Mekâna gittiğimde Kerem henüz
gelmemişti. Ben onu bekletmekten korkmuştum ama o beni bekleterek beni bekleyen
tarafa geçirmişti. Cumartesi günü olduğu için trafiğe takılmıştı onun da
isteyerek yapmadığını düşünerek sakince boş bir masaya oturup onu beklemeye
başladım. Ne kadar süre beklediğimi hatırlamıyorum ama birçok kez kalkıp eve
dönmeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Yanlış anlamayın, geç kaldığı için
kızmamıştım sadece yeni biriyle tanışmayı gerçekten istiyor muydum ona emin
olamıyordum. Lakin kalkıp eve dönmedim, adam yola çıkmış trafikte takılıp
kalmıştı ve benim eve dönmem inanılmaz büyük bir terbiyesizlik olurdu.
Kararımı vermiştim düğmeye
basacaktım. Beynimin içinde bir düğme var, stres altındaysam ya da istemediğim
bir şeyi yapıyorsam düğmeye basıyorum. Düğmeye bastığım andaysa olabildiğince
vurdumduymaz, sadece ben merkezli, istediği gibi hareket eden, karşımdaki kişi
veya kişilerin hakkımda ne düşündüğünü önemsemeyen, tamamen içi neyse dışına da
o olan Aylin ortaya çıkıyor. Kimileri ‘düğmeye basıyorum’ dediğimde rol
keseceğimi düşünür ama maalesef bendeki düğme öyle çalışmıyor. Zaten rol yapmak
çok anlamsız değil mi? Kendinizi rahatlatmak istiyorsanız olabildiğince
kendiniz olmalısınız ve karşınızdakinin sizin için ne düşündüğünü
önemsememelisiniz. Bu şekilde gerçek yüzünüzü gösterdiğinizde karşınızdaki kişi
de sizi tekrar görmek isteyip istemediğine karar verecek. Karşınızdakinin karar
verme süresi bu sayede kısalacak ve sizde bir kez kendiniz gibi olduğunuz için
bir daha asla rol yapmak zorunda kalmayacaksınız. Böylece her şey kısa, öz,
samimi, sahtelikten uzak ve temiz ilerleyecek. Tavsiye ederim deneyin.
Mekânda belki bir saate yakın
beklemiştim ve sonunda uzun boylu kumral bir çocuk çıka geldi. Hoştu, kimi
kızlara göre yakışıklı denilebilirdi ama benim için yakışıklı değildi. Boyu
posu, ağzı, burnu, saçları, sakalları her şeyi çok düzgündü ve gerçekten hoştu
ama yanakları vardı. Kemik suratlı adamlardan hoşlanan ben, sokakta Kerem ile
karşılaşsam ona ikinci kez asla bakmazdım. Ayrıca sportmen görüntüsünün yanı
sıra şaşırtıcı derecede hantal bir havası vardı. İki özelliğin bir arada
olabileceğini hiç düşünmezdim. İlk başta iri yarı olduğu için öyle olduğunu düşünmüştüm
ama kısa süre sonra Kerem’in içinde her şeye karşı var olan isteksizliğin
hareketlerine yansımış olduğunu fark ettim. Tek problem içindekilerdi ve hep öyle
oldu.
Karşıma geçip oturdu ve geç kaldığı
için özür dileyip çok fazla trafik olduğunu anlattı. Umursamadım çünkü geç
kalmasına hiç bozulmamıştım oysa uzun uzun trafiği anlattı. ‘Kızmadığımı daha
kaç kez söylemeliyim’ acaba diye içimden geçiriyordum ve diğer kızlar acaba
böyle şeylere bozuk mu atıyor diye kendi kendime soruyordum. Hatta bir an ‘bende
bozuk atmalı ve surat asmalı mıyım?’ diye düşündüm ama yapamazdım çok saçmaydı.
Bir insan sizden özür diliyorsa surat asmanın ne anlamı var ki? Zaman değerli
ve bu saçma sapan mevzulara harcanmayacak kadar değerli. Sonra garson geldi
siparişler verildi, geç kalma konusu kapandı ve muhabbet başladı.
Sevimli bir gülümsemesi vardı. Güzel
gülen insanları severim. Asla içinde kötülük taşıyan bir insanın güzel
güldüğünü görmedim. Güzel gülmesi benim için önemliydi ve o sıcacık
gülümsüyordu fakat gülümsemesine gölge düşüren bir durumu vardı. Gözleriyle,
beyniyle her an her şeyi zihninde bir süzgeçten geçiriyordu ve bu durumda
gülümsemesine istemsizce yansıyordu. Oto kontrolünü asla bırakmıyordu.
Yadırgamadım çünkü sahtelik ve gerçekliği ayırt etmek isteyen insanlar böyle
yaparlar. Sahtelik sevmeyen insanlar zor güvenir ve kendi süzgecinden her şeyi
geçirip tahlil ederler. Genelde kalbi sıkça kırılmış insanlar tekrar incinmemek
için yapar bunu ve Kerem’de onlardan biriydi, karşıma oturduğu ilk yarım saat
içinde bunu anlamıştım.
Kendi kontrol düğmeme basmamış olsam
ve kontrolümü bırakmamış olsam onun beyninin içinde yaptığı analizler esnasında
gerilebilirdim. O beyninden geçirdiği düşüncelerin hiçbirinin anlaşılmadığını
düşünüyordu bu yüzden onu suçlayamam çünkü beni tanımıyordu. Çünkü beni
tanıyanlar bilir, tüm vurdumduymaz tavırlarıma rağmen küçük ayrıntılardan büyük
sonuçlara ulaşırım. Kerem’in bu konuda beni hiç gerçekten tanıyabildiğini
düşünmüyorum.
Kerem yemek boyunca sadece kendi
anladıklarına, anlayabildiklerine odaklanmıştı ve ben onun gülüşünü,
konuşmalarını, hareketlerini analiz ederken o benim farkıma hiç varmadı. Üstüne
üstlük muhtemelen beni durmadan konuşan ve ona dikkat etmeyen biri olarak
yorumlamıştı ama umursamadım. Ben bir kere kontrol düğmeme basmıştım onun ne
düşündüğü değil benim ne hissettiğim önemli olacaktı. Ayrıca benim için böyle
düşünmesi işimi kolaylaştırıyordu, nasıl mı? Onu daha rahat takip ediyordum.
Gözlerini benden ayırmadan her şeyi takip ediyordu fakat bu arada mekandaki her
şeyi de takip etmeyi ihmal etmiyordu. Kafasında tüm mekânın krokisini bile
çizdiğine eminim.
Dikkati oldukça dağınıktı. Odaklanması
zaman alıyordu hem rahattı hem de içinde bir şeyler onu huzursuz ediyordu.
Şimdi diyeceksiniz ki ‘Hem dikkatli hem de dikkatsiz nasıl olunur?’ Oluyor işte,
zaman ve mekandaki olan her şeyi takip edebiliyor olmak insanın beynindeki
diğer düşüncelerin durduğu anlamına gelmez. Sadece diğer düşünceleri ara ara
uzaklaştırmak yeterli olur ve bu da direkt dikkat dağınıklığı sınıfına sokar
insanı, şimdi anladınız mı?
Bu tavırları esnasında ve
konuşmalarında diğer fark ettiğim şeyse Kerem’in içinde ele avuca sığmayan ve
dışarı çıkartılmayı bekleyen eğlenceli bir çocuğun olduğuydu. Kerem o neşeli çocuğu
dışarı çıkartmamak için büyük çaba sarf ediyordu. Nedenini çözememiştim ama o
neşeli küçük çocuğu sanki cezalandırıyordu veya çocuk baskılanmıştı. İşte size
bir numaralı gizem, o neşeli çocuk neden baskılanmak zorundaydı?
Tüm bu analizler ve ölçüp biçmeler
kafanızı karıştırmasın, tıpkı mesajlaşmalarımız gibi yemek yerken de onunla
sohbet etmek hoşuma gitmişti. Yemekler bittiğinde Kadıköy’de oldukça gürültülü,
müziğin yoğun olduğu, karanlık bir bara gitmeye karar verdik ve ben yemek
yediğimiz mekândan ayrılmadan önce tuvalete gitmek için masadan kalktım o da
beni mekânın kapısında bekleyecekti.
Tuvalete gittiğimdeyse sıra olduğunu
gördüm. Sıra olması işime gelmişti çünkü düşünmek için zamana ihtiyacım vardı.
Bara gitmeyi neden istediğini az çok tahmin ediyordum fakat ben istiyor muydum?
Onu hiç tanımıyorum? Gidersek ve
ondan hoşlanmazsam ne olacak? Şimdi bile çok hoşlandığım söylenemez. Ayrıca
onun arabasıyla gideceğiz. İyi araba kullanıyor mu? Tanımadığım birinin
arabasına binmek ne kadar doğru olur? Gerçi inanılmaz sevimli bir gülümsemesi
var. İçinde de bir çocuk yaşatıyor, kötü olamaz. Hem kendi semtindesin Aylin ne
olabilir?
O an tuvaletteki kızlara baktım. En
uzun boylusu bir elli beş civarındaydı ve hepsi kokoş kokoş süslenmek için ayna
karşısında sıraya girmişti. Onların anlamsız telaşlarına gülümseyerek ellerimi yıkadım
ve tuvaletten çıktım.
Tuvaletten çıktığımda bir çocuk
gördüm, dikkatle bakmadım sadece uzun boylu olduğunu anladım. O tuvaletin
kapısını gözetleyen çocuğa ikinci kez bakmadan içimden kahkahalar atarak ‘Kim
bilir içerideki hangi kokoş, boyu bir ellilik kızı bekliyor? Hiç şöyle
kapılarda bir doksanlık adam bekleten hatunlardan olmadın ya Aylin, bu utançta
sana yetsin. Çocuğa bak! Sevgilini kaçırmazlar merak etme! Çıkar birazdan tuvaletten!
İki dakika ayrı kalamıyorlar, milletin ne kıymetli sevgilisi var. Biz hiç
kimsenin kıymetlisi olamadık vayyy beee’ diye kendi kendime söylendim.
Mekânın kapısına geldiğimde ise
Kerem’i göremedim. Tam gitti mi acaba derken arkadan omzuma bir el dokundu ve
“Aylin” dedi. Hızla arkamı döndüğümde Kerem’i gördüm. Kerem eşittir tuvaletin
önünde bekleyen çocuk… Kerem’i tanımamıştım. Başımdan aşağı kaynar sular
dökülmüştü. Çocuğun önünden hızla geçip gitmiştim. Onu tuvaletteki sevgilisini
bekleyen zibidilerden birisi sanmıştım. Beynimden geçirdiğim düşüncelerimi
duysa ne kadar utanacaksam aynen öyle utanmıştım. Kekeleyerek “Özür dilerim ben
şey… Seni görmedim. Hiç yüzüne dikkat etmedim. Özür dilerim” dedim.
Kerem umursamadı zaten benimle
ilgili pek bir şeyi umursayacağı izlenimi almamıştım ondan ve “Önemli değil,
olabilir” dedi.
Durumu direkt espriye vurdum. “Bak
gördün mü? Gözüm asla dışarıda değil, senin dışarıda kapının önünde
bekleyeceğini düşündüğüm için içeride kimseye bakmadım bile”
Kerem hafifçe gülümsedi ve yine
“Önemli değil” dedi.
Mekândan çıktık arabasının yanına
gittik kapımı açtı ve ben arabaya bindim. Kapımı açması günümüzde öldüğü
düşünülen centilmenliğin hala daha yaşadığının kanıtıydı ve bu Kerem’e ekstra
ekstra on puan yazılması anlamına gelmişti.
Kendisi de koltuğuna oturdu arabayı
çalıştırdı. İçimden durmadan ‘Aylin, emin misin? İçki içince içinden başka bir
adam çıkmasın sakın bunun’ diyordum. Ve aniden o eşsiz notalar arabanın içini
doldurdu, denizin maviliği gözlerimin önünde belirdi, burnuma o tuzlu suyun
kokusu geldi, kalbimse hiç var olmamış aşkı için acı çekti. Ancak birkaç saniye
sonra kafamı Kerem’e çevirip hayretle bakabildim.
“Ne oldu? Bir sorun mu var?” diye
sordu.
Onun için bir rutindi, sıradan bir
olaydı ve anlam verememişti. Nasıl kelimeleri toplayacağımı bilemedim ve sadece
“Fado mu dinliyorsun?” diye sordum.
Bu neden bu kadar şaşırtıcı
dercesine “Evet” dedi.
Lise yıllarımda tanışmıştım fadoyla
ve en zor zamanlarımda ilk dinlediğim müzik türü olmuştu. Lise, üniversite
falan derken bu zamanlara kadar gelmiştim. Portekizli denizciler denizlere
açıldığında aylarca yıllarca ülkelerine geri dönemezlermiş hatta bazıları
hayatlarını okyanusta kaybedip ülkelerine, evlerine ve sevdikleri kadınlarına
hiç dönemezmiş. Okyanusa açılan denizcilerin eşleri ise onların ardından
ağıtlar okurlarmış. İşte bu ağıtlara fado ismi verilmiş ve daha sonra bir müzik
türü olarak dünyaya yayılmış. Hiç geri dönmeyecek olan denizciler için kendi kadınları
tarafından söylenen aşk ağıtları. İçli, sıcacık ve adeta okyanusun esintisini
taşıyan o notalar…
Dünyada merak ettiğim birçok ülke
var bunların en başında da Japonya geliyordu fakat fadonun etkisinden dolayı
ilk sırayı Portekiz alalı uzun yıllar oldu. Portekiz’e gitmek, parke taşlı
sokaklarında yürümek, sıradan bir mekânda sıradan bir fado sanatçısını
dinleyip, şarabımı yudumlamak ve sonrasında o ılık ilkbahar akşamında sokak
lambalarının altında otelime doğru usul usul yürümek istiyorum. Tüm dünyayı
arkamda bırakmış, o okyanusun ucundaki ülkede tek başıma, gecenin sessizliğinde
içime okyanusun kokusunu çekerek yürümek. Sadece kendimle baş başa sakince,
huzurla usul usul yürümek istiyorum.
Bu hayalimi bir arkadaşıma
anlatmıştım ve bana “Çok romantiksin fakat her zamanki gibi içindeki öküzü
öldüremiyorsun. Anlattığın gibi romantik bir akşamda neden kendini yalnız hayal
eder ki insan?” diye sordu.
“Hiç kimseyle kendimi evlenmiş olarak
hayal edemiyorum. Romantik olabilirim ama konu evlilik olunca inanılmaz
gerçekçiyim. Bir evlilik teklifini kolay kolay kabul edebileceğimi hiç
sanmıyorum. Tek bir tanesi dışında”
Arkadaşım söylediklerimin kendi
sorusuyla alakasını anlayamamıştı ve merakla sordu. “Hangisi? Evlilik teklifi
hayalin mi var senin? Oha hiç beklemezdim”
“Öyle bir hayalim yok ve hiç olmadı”
dedikten sonra kısa bir süre düşündüm ve devam ettim. “Eğer ben Lizbon’a bir
adam ile gidersem ve o adam gecenin bir yarısı, o parke taşlı yolda benimle
birlikte yürürken evlilik teklifi etse anında evet diyebilirim. Hiç düşünmeden,
hiç pişmanlık hissetmeden”
Arkadaşım şaşırmıştı. “Nasıl yani
anlamadım? Öyle sıradan, yüzüksüz mü? Allah bilir düğün falan da yapmasın sen?
Hem hiç düşünmeden de ne demek? Kafam karıştı.”
Gülümseyerek cevap verdim. “Düğün o
gece işte. Ben bir adam ile Lizbon’a gitmişsem, o en özel anı, okyanusun ve
müziğin buluştuğu o anı, o adam ile paylaşabilmişsem düğün çoktan olmuş
demektir. Yüzükler çoktan takılmış demektir. O adam ile birbirimizin ruhuna
dokunmuş hatta ruhlarımızı bir bütün haline getirmişiz demektir.”
Arkadaşım başını sağa sola salladı.
“Ay Aylin, gerçekten inanılmaz hayalperestsin. Adamı buldun bir de üstüne fado
dinleyenini bulacaksın, bir de üstüne Lizbon’u sevenini bulacaksın, yetmedi
senin gibi huzuru parke taşlı sokakta ılık bir rüzgâr eşliğinde yürürken
hissedeni bulacaksın.” Kahkaha attı ve devam etti. “Ben daha arkadaşlarımın
içinde senin dışında fado dinleyene bile rastlamadım, sen rastladın mı? Biraz
gerçekçi olmazsan yalnız öleceksin.”
Sessizce “Hayır,” dedim.
“O zaman gerçeklere dön. Alt tarafı
hayalinde Lizbon’a biriyle gittiğini düşün dedim ben ve sen bana bir aşk filmi
anlattın.”
Başımı şiddetle iki yana salladım.
“Anlamıyor musun? Benim en büyük zaafım bu… Belki de hiç olmayacak bir adama
sırf Lizbon’dayız diye evet diyebilirim. Sırf Lizbon’un, fadonun ve ılık
rüzgarların büyüsüyle hiç evlenmemem gereken bir adama evet diyebilirim. Bu çok
tehlikeli, zaafımı herkesten saklıyorum. O yüzden o şehre birisiyle gitmeyi
hayal etmiyorum ve istemiyorum da… Tek başıma olmak istiyorum çünkü herhangi
bir hayalime ne zaman bir erkeği dahil etsem hayallerimi kirletmekten öteye
geçmediler. Fadonun büyüsünü ise hiçbir adamı hayallerime dahil ederek bozamam.”
Ben tüm hayallerimi ve arkadaşımla
olan konuşmaları hızla beynimden geçirirken Kerem’in sesiyle kendime geldim.
“Aylin, iyi misin?”
Hızlıca “Evet” dedim ve kem küm
ettim, Kerem meraklanmıştı. Bir açıklama yapmak zorunda hissederek “Şey, ben
sadece bir erkeğin fado dinlediğini hiç duymamıştım. Çok severim” dedim.
Kerem “Bende çok severim. Konsere
bile gittim, efsaneydi. Bir sürü yer gezdim ama Portekiz’e gidemedim. Gitmeyi
istiyorum” dedi.
Portekiz’e mi gitmek istiyormuş?
Fado mu dinliyormuş? Konsere mi gitmiş? Şaka mı? İnstagramımda hiç Lizbon ile
ilgili bir şey paylaştım mı ben? Hayır. Fotoğraflarıma müzik olarak koydum mu?
Hayır. Hiç tweetim var mı? O da yok. Sevdiğimi bilmesinin imkânı yok. Hayalimi
bilmesinin imkânı yok. Lizbon’u görmek istediğimi veya Fadoyu sevdiğimi bilemez,
mümkün değil. Arkadaşlarımdan bile bir ya da iki kişi biliyordur.
Kendimi toparladım ve Kerem’e dönüp
“Beni tanısaydın, bunu bilerek yaptığını düşünürdüm. Yani fadoyu bilerek
açtığını düşünürdüm” dedim.
Haliyle Kerem benim söylediğim
hiçbir şeye anlam verememişti ve bana cevap vermeyerek yola konsantre olmaya
devam etti. İlerleyen yol boyunca saçma sapan şeyler hakkında konuşmaya devam
ettim ama aklımdan fado dinliyor olması çıkmıyordu.
Bu kadar basit bir şey neden beni bu
kadar etkilemişti bilmiyorum ama ona daha dikkatli bakmaya başlamıştım. Yol
boyunca esprilerde havada uçuşuyordu, yollardaki pankartları birbirimize okuyor
ve eğleniyorduk. Sonra “doğru zaman, doğru adam” yazan pankartı okudum ve
gülümsedi. Tek cümle ve müzik, evren bana ne demeye çalışıyordu? Çaktırmadan
Kerem’e baktım. İçindeki neşeli çocuğu bastıran, kendine yara bandı arayan ve
bara avlanmaya giden bir adam değil miydi sadece?
Karanlık bara geldiğimizde
içkilerimizi aldık ve müziği dinlemeye başladık. Bir süre tüm
kararsızlıklarımla dikildim durdum. İstemiyordum, onun için rutine binen bir
olay olduğunu anlamıştım. Yemek ye, muhabbet et, kızın eli yüzü düzgünse
hopppp… Hoppidi hoppidii… Hepsi bu kadardı.
Peki ben ne istiyordum. Aylarca bir
adamla sevgili olup parmaklarının ucunu bile tutmamış olan Aylin ne istiyordu?
Sonra düşünmeyi bırakmanın en iyisi olacağına karar verdim. Ne de olsa bir kere
düğmeye basmıştım. Müziğin ritmine bıraktım kendimi ve o dans başladı. Bu
birbirine kenetlenmiş iki insanın dansıydı. Onun için rutine binmiş bir dans,
benim içinse fadonun büyüsünde kalmış bir danstı. Beni öpmek istediği belliydi
ve sonunda buna müsaade ettim. Ne düşündüğünü? Ne düşüneceğini umursamadan buna
müsaade ettim. Fadonun hüznünü biraz olsun hissedebilen bir adamın dudaklarını
merak ederek öptüm onu... İçini merak ederek, ruhunu merak ederek, o neşeli
çocuğun neden gün yüzüne çıkarılmadığını merak ederek öptüm onu…
Öpüşleri agresifti fazla hızlıydı,
onu yavaşlatmaya çalıştım. Avcının avını yakaladığı anın heyecanını agresifçe
yaşamak istiyordu ama ben inatla onu yavaşlatmaya çalıştım fakat başaramadım.
Hoşuma gitmemişti dokunuşu, arkamı dönüp onun bana sarılmasına müsaade ettim ve
bir yandan da dansa devam ettik. Kısa süre sonra “Hadi daha sessiz bir yere
gidelim” dedi. Bu isteğin nedenini biliyordum normal şartlarda kabul etmezdim
ama onu merak etmiştim bir kere ve daha yakından tanıma isteği içimi yiyip
bitiriyordu.
Ne olmuştu da notaların büyüsüne
kapılabilen bir adam, içindeki çocuğu kafese sokmaya karar vermişti?
Başımla teklifini kabul ettiğimi
onayladım. Elimden sıkıca tuttu ve konuşmadan arabasına doğru yürüdük. Sordu.
“Nereye gitmek istersin?” Sonra kısa süren sessizlik oldu ve ekledi. “Ya da eve
dönmek istersen seni eve de bırakabilirim.”
Eve gitmek istemiyordum. Bu adamı
merak etmiştim ve onu çözmeden eve gitmeye niyetim yoktu. Herhangi kötü bir şey
yapabilecek yapısı yoktu, güven veren iyi bir adamdı, nazikti ve üstüne üstlük
avcılıkta çok tecrübeli olduğu da söylenemezdi çünkü avcı olmaya hiç gerek
duymamıştı. Onunla hiç bu konuyu konuşmadım ama eminim av-avcı modunda olan ya
da kadınları elde edip skor peşinde koşan adamlardan nefret ediyordu. Çünkü bu
adamlar sahteydi Kerem ise sadece akışına göre hareket ediyordu. Evet, ben bir
süre kendimi av gibi düşünmüştüm ama yanıldığımı o gece kısa sürede anladım.
Kerem, sadece akıştaydı başka bir düşüncesi yoktu ve içinden ne gelirse ne
hissederse onu yaşamaya odaklanmıştı.
Arabaya bindiğimizde “Sahile gitmek
ister misin?” diye sordu. Ona evimi söyledim ve saatin geç olduğunu belirttim
fakat isterse evime yakın bir yerlerde biraz daha vakit geçirebileceğimizi
söyledim. Kabul etti. Sahile gidersek işler değişebilirdi, daha fazla yakınlık
kurabilirdik ve hiç yalan söyleyemeyeceğim onu kendimden uzaklaştırabileceğime
hiç güvenmiyordum. Ona daha da yakınlaşmak, onu delicesine öpmek geliyordu
içimden. Lakin yapamazdım o kadar da uzun boylu değildi, gerçekçi olmak
zorundaydım. Zaten bir gece için yeterince bam başka bir insana dönüşmüş ve
içimde hissettiğim arzuyu bastıramamıştım, daha fazlasını yaşayamazdım.
Evime yaklaştığımızda karanlık ve
kimsenin olmadığı bir sokaktan geçerken “Acaba bu saatte hala kahve yapan bir
yer bulabilir miyiz?” diye sormamla Kerem’in arabayı sağa çekip park haline
geçirmesi bir oldu.
Anlam verememiştim bir an donup
kaldım ve “Ne oldu diye sordum?” gram korkmamıştım, muhtemelen Kerem değil de
bir başkası bu hareketi yapsa çantayı kafasına yerdi ama bu çocukta tarif
edemediğim beni bam başka biri kılan garip bir enerji vardı.
Kerem bana cevap vermeden
gülümseyerek koltuğunu geri yatırmaya başladı. Sorumu yineledim. “Ne
yapıyorsun?”
Kerem, sunroofu göstererek gülümsedi
ve “Böyle yatıp yıldızları izleriz” dedi.
Onun bu salak esprisine gülümsedim
ama asıl amacın bu olmadığını bilerek “Heee sen… Benim seni öpmemi mi
istiyorsun?” diye sordum.
Kerem anında oturur pozisyona geçip
bir saniye bile düşünmeden “Eğer öpmemi istemiyorsan öpmem” dedi.
Gülümsedikten sonra “O zaman şimdi
arabayı çalıştır ve bir yerlerden kahve bulup içelim. Bir kahvenin kırk yıl
hatırı olur. Biraz sohbet ederiz sonra ben eve giderim. Nasıl fikir?” diye
sordum.
Kerem anında arabayı çalıştırdı ve
“Tabi ki” dedi. Sözümü ikinci kez yineletmemişti bile inanılmaz mutlu oldum.
Bir benzin istasyonunda durup ikimize de kahve almaya gittiğinde arabanın
içerisinde kendi kendime hayret ederek düşünmeye başlamıştım.
Neden eve gitmiyorum? Neden hala
kahve içmenin peşindeyim? Adam zaten amacını yeterince belli etmedi mi? Daha
neyin peşindesin Aylin? Neden bu çocuğa sadece hayır diyemiyorsun? Bunca şey
yaşadın gördün, küçük ergen bir kız çocuğu değilsin. Bu adamı özel kılan
herhangi bir şey yok. Neden duruyorsun? Neden ona bu kadar yakın davranıyorsun?
O iyi bir adam, elbette şansını
denemek istemesinden doğal bir şey olamaz ama konuşmasını biliyor. Sadece
anlaşılmaya ihtiyacı var gibi… Tıpkı kısa süre önce benim olduğum ve
hissettiğim gibi hissettiğini biliyorum ama kanıtlayamıyorum. Çaresizce bir
köşeye sıkıştırılmış ve birinin gelip “Seni anlıyorum Kerem, hadi kalk her şeyi
düzene koyman için sana yardım edeceğim” demesini bekliyor ama kimse gelmiyor.
Evet, bu şekilde düşünmem için hiçbir sebep yok fakat hissediyorum işte… Hislerin
nedenleri anlatılabilir veya anlaşılabilir olsaydı zaten adı his olmazdı. Bu
yüzden neden o gece bu şekilde hissettiğimi sorup durmayın.
Kahveleri alıp gelince
sessizleştiğimi gören Kerem “İyi misin? Bir sorun yok değil mi? Bir şeye
bozulmadın ya?” diye endişeyle sormuştu.
Bu küçük endişenin nedeni belliydi,
arabayı ansızın sağa çektiği için bozulup bozulmadığımı merak ediyordu ama ben
buna bozulmamıştım. Ona bu cesareti ilk görüşmemizden üç saat sonra onu öperek
ben vermiştim ve onun beni diğer insanlarla aynı kefeye koyarak bu hareketi
yapmasının küçük bir sorumlusu da bendim o yüzden ona kızamazdım. Ona
gülümsedim ve “Hayır, ben gayet iyiyim” dedim. Arabada bir süre oturduk
kahvelerimizi içtik, sohbet ettik.
Ona bu sohbetler esnasında biraz
olsun kendimden bahsetmek istedim fakat cesaret edemedim. Anlatsam da
inanmazdı. İlk defa bu kadar kontrolsüz olduğumu, ilk defa yüzünü gördükten üç
saat sonra bir adamı öptüğümü söylesem inanmazdı. Aslında biraz denedim durumu
çaktırmayı ama dinlemek bile istemedi. Bu şekilde düşünmesi normaldi ona hiç
kızmadım. Nasılsa bir daha görüşürsek, beni tanırsa anlayacaktı ve zamanı
geldiğinde ona anlatacaktım. Ya da Kerem’in içindeki çocuk kapatıldığı kafesten
çıkacaktı ve ilk buluşmamızda olayların neden böyle geliştiğini ikimize birden
anlatacaktı.
Eve geldiğimde yorgundum ve
pijamalarımı giyinip hemen yatağımın içine girdim ama asla uyuyamadım. Sabah
kadar yatağın içinde dönüp durdum. Hiç tanımadığım bir adamla sırf onu
hissedebildiğimi düşündüğüm için o kadar yakın dans etmek ve onunla sıcak temasa
girmek. Bunlar asla benlik değildi ama yapmıştım, peki neden o? Saatler sonunda
fark ettiğim iki şey olmuştu. Birincisi onu tekrar görmek istiyordum. İkincisi
ise sadece o an onu istemiştim ve kısmen istediğimi almıştım. Hepsi buydu ve
daha fazla düşünmenin hiçbir mantığı yoktu.
Sabah olduğunda Mellon aradı ve
görüşmemin nasıl geçtiğini sordu. Telefonda anlatamayacağımı söyledim ve
buluştuk. Mellon ve ben otururken bize bir başka samimi arkadaşım Emel de
katıldı. İkisi birden adeta tüm olayı kutlamaya çevirmişti.
Mellon “Oha kızım sonunda kendini
aştın. Offf! Bence bir pasta kesmeliyiz bunun için…” diyordu.
Emel ise “Ben çocuğu inanılmaz merak
ettim. Aylin nasıl oluyor da çocuğu öpüyor? Bu çocuk büyü mü yaptı bu kıza? Ve
asıl beni şoke eden ‘hoşlandın mı çocuktan’ dediğimizde bilmiyorum cevabını veriyorsun.
Bu çocuk bunu nasıl başardı ya? Allah aşkına biri bana açıklasın!” diye
söylenip duruyordu.
Mellon o anda “Aylin, çocuktan
hoşlanmadın mı gerçekten?” diye sordu.
Omuzlarımı silktim ve bir süre
düşündükten sonra “Hayır, aslında pek hoşlandığım söylenemez ama açıklayamadığım
garip bir şey var. Farklı bir şey… Bilmiyorum” dedikten sonra bir süre
düşündüm.
Fadoyu anlatmayı, Kerem’in içindeki
çocuğun bir kafeste tutulduğunu, Kerem’in rahat tavırları ardında derin
endişeler gizlediğini, içgüdüleriyle hareket etmeye çalışırken duygusal
zekasını asla susturamadığını tüm bunları arkadaşlarıma anlatmayı düşündüm ama
anlayabileceklerini düşünmediğim için sustum. Onlara anlatsaydım eğer muhtemelen
bana saf diyeceklerdi. Erkeklerin klasik gizemli hareketlerine boşu boşuna
anlam yüklediğimi ve olayları her zamanki gibi iyi yorumlamaya çalıştığımı
söyleyeceklerdi. Oysa ben sadece gerçekleri onlara anlatmış olacaktım ve
tartışacaktık. Arkadaşlarımla tanımadığım bir adamın iyi olduğunu savunacağım
bir tartışmaya asla girmezdim. Çünkü sırf ben öyle hissettim diye Kerem’in
gerçekten iyi birisi olacak hali de yoktu ancak ve ancak bunu bize zaman
gösterecekti.
Kızlar bana sürekli Kerem’i sorup
duruyordu fakat ben Kerem hakkında hiçbir bilgiyi kimseyle paylaşmak
istemiyordum. Bu yüzden birçok şeyi atlayarak, saptırarak anlatıyordum veya
soruları cevapsız bırakıyordum. Neden bu şekilde davrandığımı ve Kerem’i içten
içe neden saklı tutmak istediğimi kendime sordum. Kerem ile ilgili konuşmaktan
neden kaçınıyordum? Onu tanıdığım ilk andan son ana kadar hep saklı tutmak
istedim.
Aslında bunun nedeni basitti içimden
kendime söyleyebiliyordum da sesli dile getiremiyordum ve ilk defa sen değerli
okuyucum, sen duyacaksın. Kerem’e hiç
sormadım ama biliyordum benden kimseye bahsetmemişti. Biliyordum dediğime
bakmayın bu sadece benim tahminim ve varsayımım ama böyle düşünmemin nedeni ise
tabi ki Kerem. Benden birilerine bahsetmiş olsa bile “görüştüğüm biri” diye sıradan
bir insanmışım gibi iki kelime etmiştir. Bu iki kelimeyi de sadece iki kişiye söylemiş
olabileceğini düşünüyorum. O iki kişi kim mi? Belki konuşuruz okumaya devam et
okuyucum…
Kerem ile ilk buluşmamızdan sonra
ilk o mu beni aradı yoksa ben mi aradım hatırlamıyorum zaten bu tarz ayrıntıları
pek önemsemem. İkinci buluşmamız çok saçma sapan bir şekilde olmuştu. Bir iş
için sabahın erken saatlerinde uyanmıştım ve işlerimi erken bitirip eve
dönmüştüm. Kerem ile işlerim erken biterse görüşürüz diye konuşmuştum ve
işlerim erken bitince o da evden beni almaya geldi. Kahve içmeye gittik. İtiraf
etmeliyim onu görünce inanılmaz gerilmiştim.
Kahve almak için kuyruğa girmiştik
ve sıra bize geldiğinde kasadaki kız yüzüme bakıp “Merhaba siparişleriniz
nedir?” diye sordu. Ben tam istediğimi söyleyecekken kız konuştu ve “Ay çok
güzelsiniz. Saçlarınız da çok güzel maşallah” dedi.
Ben şaşkınca bir Kerem’e bir de kıza
baktıktan sonra “Teşekkür ederim” dedim.
Siparişlerimizi teslim alıp masaya
oturduğumuzdaysa Kerem bana “Kızı tanıyordun herhalde, burası senin eve yakın”
dedi.
Bocalamıştım. Nasıl yani? Evime
yakın diye bir kahve zincirindeki tüm çalışanları tanımam mı gerekiyordu? Ya da
tanıdığımı varsayalım, neden kız bana ilk defa görüyormuş gibi iltifat ediyor? Kıza
‘Buraya erkek arkadaşımla geleceğim onun yanında bana iltifat et’ mi dedim? Bu
ne saçma sapan bir soruydu?
“Anlamadım. Kızı tanıdığımı
düşündüren ne?” diye şaşkınca sordum.
Kerem kahvesinden bir yudum aldıktan
sonra “Bilmem, sana iltifat edince tanıyor sandım” diye karşılık verdi.
O an anlamıştım, güven problemi olan
bir adam oturuyordu karşımda ama ben bunu kabul etmek istemedim. Ona hak
vermeye çalıştım. Beni tanımıyordu? Hayatımı bilmiyordu? Tanıdıkça anlayacaktı.
Ona ben kendimi anlatmayacaktım zaten merak ediyormuş gibi de durmuyordu.
Zamanla öğreniriz nasılsa modundaydı ama dikkatle gözlemlemeye devam ediyordu.
Onunla konuşmak tam da bu yüzden zevkliydi çünkü benim gibiydi. Sık boğaz
etmiyor, tanımak için delicesine sorular sormuyor, anlatmak veya konuşmak
istemediğin bir konuda ısrarcı olmuyor, illa bana kendini anlatsana moduna
girmiyor, her şeyi akışta öğrenmeye çalışıyordu. ‘Nasılsa yaşarken öğreneceğiz
acelesi yok’ olgunluğuna erişmişti, yani en azından o zamanlar ben onun o
olgunlukta olduğunu düşünüyordum.
“Hayır, o kızı ilk defa görüyorum”
dedim ve konuyu değiştirdim.
Bir süre sonra “Aslında bir iş için
senin eve yakındım. Havalimanına bir arkadaşımı götürmeye söz verdim o yüzden
seninle sadece bir saat kalabileceğim” dedi.
Hayal kırıklığına uğramıştım çünkü
inanılmaz yorgun hissettiğim halde sırf onu görmek ve onu daha yakından tanımak
için dışarı çıkmıştım. Ayrıca hemen gitmesini de istemiyordum, ondan hemen
ayrılmak istemiyordum. Tüm bunlara rağmen hissettiklerimi belli etmek
gelmemişti içimden ve “Tamam, sen kalkmak istediğinde kalkarız” dedim.
Kerem saatine baktı bir süre düşündü
ve “Aslında arkadaşımı bıraktıktan sonra gelip seni alabilirim ve bir şeyler
yapabiliriz. Yalnız saat geç olur ancak 23:30 gibi” dedi.
Bingo! Elbette olur seni sevimli
surat! Çok tatlısın!
Hemen heyecanlanmayın tabi ki bunu
ona demedim sadece içimden söyledim. Dışımdan ise gayet durağan bir sesle “Olur
ama o saatte açık bir yerler bulabilir miyiz? Emin değilim” dedim.
Kerem sanki çok küçük bir ayrıntıdan
bahsedermişçesine “Buluruz ya, oturulacak açık bir yerler illa olur” dedi. Anlaşmıştık
akşam 23.30 gibi gelecekti ve dışarı çıkacaktık. Sonra muhabbet etmeye devam
ettik. Bir önceki görüşmemizden daha sıcaktı ve rahattı. Rahattı diyorum ama
tamamen rahat olduğunu sanmayın o rahatlığının içinde bile hep sanki onu
rahatsız eden tuhaf bir şeyler varmış gibi hareket ederdi. Başlarda bu durumunun
benden kaynaklandığını düşünmüştüm ama onunla zaman geçirdiğimde bu durumun ben
kaynaklı değil de onun aşamadığı bazı olaylardan kaynaklandığını anladım.
Hiçbir zaman sorunlarını pürüzsüz
bir netlikte anlatmadı, hikayelerinde hep boşluklar bıraktı ve ben hiçbir zaman
hayal gücümle o boşlukları doldurmadım. Çünkü boşlukları kendim doldurmaya
başlarsam ona olan objektif bakış açımı kaybederdim. Gerçek onu tanımaz ve
kafamda yarattığım bir Kerem’i var ederdim. O boşluklar benim değildi ve
bilmemi isterse ancak Kerem’in kendisi boşlukları tamamlayabilirdi. Bu yüzden
ne ısrarla sorum ne de ona baskı uyguladım. Hazır hissederse bir gün elbette
anlatacaktı.
Kahvelerimiz bitmek üzereyken o
tatlı muhabbetimiz arasında aniden bana küçük bir tatile gitmek istediğini,
birkaç günlüğüne İstanbul’dan kaçmak istediğini söyledi. Bu bana bir teklif
miydi yoksa sadece planlarından mı bahsetmek istemişti anlayamamıştım. Zaten
bana bir teklif olsaydı da kabul edemezdim çünkü onu yeterince tanımıyordum ve
tanımadığım birisiyle il dışına çıkmaya hiç niyetim yoktu. Bu yüzden hiç
irdelemedim ve “Aaa ne güzel, git tabi rahatlarsın” diyerek konuyu geçiştirdim.
Sanki bu tavrım biraz tuhaf gelmişti ona ama umursamadım. Kahvelerimiz
bittiğindeyse beni eve bıraktı ve akşam görüşmek üzere ayrıldık.
Evde Kerem ile buluşma saatini
heyecanla beklerken yatağımın üstünde uyuya kalmıştım. Aniden uyandığımda ilk
işim saate bakmak olmuştu, saat 23:00’di. Sabah erken kalktığım ve bir türlü
dinlenemediğim üstüne üstlük de heyecanlı olduğum için ufak uyku molam
esnasında dinlenmem gerekirken başım ağrımaya başlamıştı. Yataktan çıkmaya ne
enerjim vardı ne de Kerem ile buluşmaya ve hiç istemeyerek Kerem’e mesaj atıp
durumumu anlatıp görüşmemizi erteledim. Yarın tekrar haberleşiriz diyerek
konuşmayı kestik.
Yarın oldu ve Kerem’den hiç ses
çıkmadı. Ondan ses çıkmayınca twitterını stalkladım, evde keyif yaptığını ve
Doctor Who izlediğini yazmıştı. O dönem Matt Smith aşkım kabardığı için bana
yazmayıp evde Doctor Who izlemesine de takılmamıştım. Bilgisayarımı açtım ve
Matt Smith’in oynadığı sezonu açıp o çirkin ama karizmatik adamı izledim.
Haftalar ve günler geçip gidiyordu
Kerem ile konuşuyorduk ama hep kopuk kopuktu. Ne onu tam olarak
tanıyabiliyordum ne de tam olarak ondan kopabiliyordum. Onda beni çeken bir
şeyler vardı ama nedenini çözemiyordum.
Bir gün mesajlaşırken “Ben eğlenmeyi
severim ama modum bazen düşük olur. Benim modum düşükken sen beni
eğlendirirsin, senin modun düşükken de ben seni sürüklerim eğlenceye” demişti.
İnanılmaz mutlu olmuştum çünkü etrafım evli ve sevgilisi olup, sevgililerinin
dibinden ayrılamayan arkadaşlarımla dolmuştu. Aradığım eğlenceli, dans etmeyi
seven konser partnerimi bulmuştum. Üstelik sıkmayan, büyük büyük beklentileri
olmayan amacı sadece eğlenmek olan, durduk yere problemler yaratmayacak bir
konser partneri olabilirdi. Durmadan üstüme üstüme gelen hayatımdaki kaçış
noktam Kerem olabilirdi. Her şey uzaktan bakıldığında tamam gibiydi ama
mesajlaşırken ya da onunla iletişime geçtiğimde bazen çok dengesiz
davranıyordu.
Emojiyle mesaja cevap vermek ne
demek? Diye telefona birçok kez baka kaldım. Lakin umursamadım çünkü iki günde
aşkım, canım cicim, hayatım diyen o tiksindiğim tiplerden değildi ve ben o
yüzden onunla görüşmeye devam ediyordum. Lakin yine de gel gitli ruh hali epey
bir fazlaydı.
Bir hafta sonu şehir dışından
arkadaşlarım aniden İstanbul’a geldiklerini haber verdiler ve bir meyhanede
kalabalık bir grup halinde toplandık. Rakı kadehlerini eğlenceli kahkahalar
eşliğinde tokuşturuyordum fakat Kerem sürekli aklımdaydı. Uzun zamandır
konuşmamıştık ve ne yaptığını merak etmiştim. Telefonumu çıkartıp gelen
instagram bildirimime baktım ve sonrasında Kerem’in story attığını gördüm.
Kerem yanında hiç tanımadığım bir kızla birlikte Johnny Depp konserindeydi. O
an neye uğradığımı şaşırdım ve hikâyeyi birkaç kez üst üste izledim. Suratım
dikkat çekici bir ifade almış olacak ki masadakiler bir anda susup bana iyi
olup olmadığımı sormaya başladılar. Onlara iyi olduğumu söyleyip masadan kalkıp
tuvalete gittim.
Tuvaletin kapısını kilitlediğim anda
sinirden gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. İçtiğim rakının etkisiyle
duygularım daha da hassaslaşmıştı. Sinir sistemim bozulmuştu. Peki bana bile
ait olmayan adam için neden bu kadar sinirlenmiştim? Anlatayım. Johnny Depp’in
Türkiye’ye geleceğini altı ay kadar öncesinde öğrenmiştim. Bütün arkadaşlarımı
aradım ama kimisi konser tarihlerinde tatilde olacağını söyledi, kimisi Depp
için o kadar çok para vermek istemediğini söyledi, kimisi saçma sapan DJ’lere
parayı yatırdığını ve kimisi de şehir dışındaki işlerini erteleyemeyeceğini
söyleyerek teklifimi reddetti. Kısaca konsere gidecek kimseyi bulamadığım için gitmekten
vazgeçmiştim.
Hayatımda yalnız gittiğim birkaç
konser olmuştu ama insan inanılmaz hüzünleniyor. Kendini bir drama filminin
sahnesindeymişsin gibi hissediyorsun. Sırf bu yüzden Depp’in konserine
gitmekten vazgeçmiştim. Bir dünya para verecektim, en sevdiğim adamlardan birini
görecektim bir de üstüne hüzne kapılıp ağlayacaktım. Hiç o toplara girmeye niyetim
yoktu.
Bir ara Kerem’e konsere gitmeyi teklif
etmeyi düşünmüştüm. Sonra onun da mesajlarıma emojilerle cevap vermesi ve
tutarsız davranışları yüzünden gelmek istemeyeceğini düşünerek teklif etmekten vazgeçmiştim.
Çaresizce gitmeyi delice istediğim konseri hafızamdan sildim ve kendime unutturdum.
Veee sonra pattt! Hoşlandığın adam yanında bir kadınla senin o çok gitmek
istediğin konserden story atıyor. Tamam, sevgili falan değiliz ama hani eğlence
arkadaşıydık? İnsan laf arasında olsa bile söylemez mi? Ulan bu nasıl iş? Bu
nasıl samimiyet? Senden tüm sorunlarını, sırlarını anlatmanı bekleyen yok. Deli
gibi gel bana ilanı aşk yap ve sevgilimmiş gibi davran diyen de yok. Eğlenceyse
eğlence… Eee o zaman niye aklına gelmiyoruz hödük? Üstelik tanımadığım
kadınlarla konserlerde… Eee biz de gevşeğiz ama gav*tta değiliz.
Arkadaşlarımın yanına masaya
döndüğümde doğal olarak sessizleşmiştim, anlamışlardı bir şeyler olduğunu ama
kimse sormamıştı. Sessiz sessiz rakımı yudumlarken içimden “Ben nasıl bir
izlenim verdim bu çocuğa? Gerçekten her önüne gelenle yakınlaşan bir tip olduğumu
mu düşünüyor? Bu gevşeklik bu yüzden mi? Ama hayır, o akıllı bir adam ve öyle
olmadığımı şimdiye kadar anlamış olması lazımdı” diyerek söylenip durdum. Tüm
gecem saçma salak bir hal almıştı, gülüyordum, sohbet ediyordum ama hiçbir
şeyden keyif almıyordum. Konserde olmalıydım eğlenmeliydim, meyhanede rakı
içmek keyif vermiyordu. O an istediklerim ve yaşadıklarım örtüşmüyordu.
Hep böyle olmuştur. Bir şeyleri çok
isterdim, hayalini kurardım ama o şeyler asla zamanında gerçekleşmezdi. İnat
ederdim ve hayallerimi gerçekleştirmenin bir yolunu bulurdum ve onları bir bir
gerçekleştirirdim. Peki sonra… Sonrası malum, hayallerimi gerçekleştirmek için
o kadar çok çaba sarf etmiş oluyordum ki sonunda hayallerime ulaştığımda
keyfini sürmek ve mutlu olmak için enerjim kalmıyordu. Elbette kalbimin bir
kısmı hayallerim gerçekleşince tamamlanmış oluyordu ama yeterli gelmiyordu.
İnsanlar “Ne kadar güzel, sonunda hayallerine ulaştın. Çok mutlu olmalısın.
İnanılmaz güçlüsün. Ne söylesen elinde sonunda gerçeğe dönüştürmeyi
başarıyorsun. Kimse sana inanmazken bile hep insanları utandırmayı
başarıyorsun. Bu inanılmaz keyif verici bir olay olmalı” diyordu. Ben ise
sadece gülümseyerek ufak bir mahcubiyetle bana söylenen bu güzel cümleleri
kabul ediyordum fakat içimden şu cümleler geçiyordu. “Bunca çabamdan sonra tabi
ki bu kadar mutluluğu hak etmiştim. Beklediğimin dışında hiçbir şey gelişmiyor.
Her şey çabalarımın, sabrımın sonucu… Hem kendim hem de bana inanan sadece bir
iki insan sayesinde bugün hayallerim gerçekleşiyor. Lakin ben o kadar uzun
süredir bekliyordum ki yorulduğumun farkında bile değilmişim. Şimdiyse hiçbir
şeye içten gülümseyemiyorum. Hiçbir şeyin beni gerçekten mutlu edeceğine
inanmıyorum.” diyordum.
Bu nankörlük veya kıymet bilmemek
değildir. Sadece istediklerinizi elde etme yolunda o kadar çok yorulur ve
yıpranırsınız ki finale ulaştığınızda kendinizi bam başka bir insana dönüşmüş
olarak bulursunuz. O yüzden lütfen konu hayallerin için bile olsa çok çabalama
ve kendini strese sokma. Ne sadece kendine ne hayallerine ne de başka bir şeye
odaklan. Odağını hep geniş tut. Anın içindeyken keyif almaya bak ve “olursa
olur, olmazsa da yapabileceğim bir şey yok” diye düşün. Elbette istediklerin
için çabala ama lütfen kendinden verme. Çünkü aksi taktirde istediklerini elde
ettiğinde hiç keyif alamayacaksın. Kendini yalnız hissedeceksin, neşene neşe
katmak isteyeceksin ama o yolda yapa yalnız yürüdüğün için neşeni kimseyle
paylaşmak istemeyeceksin, kimsenin o mutluluğa ortak olmayı hak etmediğini
düşüneceksin ve sonra neşen paylaşmadığın için gittikçe küçülecek. Bu durumda
senin gittikçe yalnızlaşmana ve hayallerine daha da sıkı sıkı tutunmana neden
olacak. Hayallerine ve kendi gücüne güvenmekten başka çaren kalmayacak.
Her hayalini gerçekleştirdiğinde
biraz daha kaybolacaksın. “Bundan sonra olacak, bunu da yapayım olacak, dur
şöyle olursa daha iyi olur” gibi cümleler kurarak kendini oyaladıkça
oyalayacaksın. En sonunda kendini zirvede bulduğundaysa yine büyük bir tatminsizlik
yaşayacaksın. Sana bu hatayı yapmış bir insan söylüyor, lütfen dikkate al ve
kendini yıpratmadan, hayattan soyutlamadan yoluna devam et.
Gece yarısını geçtikten sonra
arkadaşlarımdan ayrılıp eve dönmüştüm ama Kerem’e sinirim bir türlü geçmiyordu.
Onunla bir daha konuşmamayı düşünüyordum fakat çok saçmaydı neden bu kadar
yükleniyordum? Neden? Neden? Sabaha kadar düşündüm durdum. Bu çocuk benim
düşündüklerimi gerçekleştirirken ben izleyeyim diye mi hayatıma girmişti?
Günler geçti ve tek bir şarkısına
kalbimi bıraktığım bir şarkıcının konseri olduğunu öğrendim. Arkadaşlarıma
sordum ve elbette, sevgililer, kocalar, işler, kayınvalide ile yemekler vesaire
vesaire bitmediği için kimse konsere gelemiyordu. Bir akşam yemek yiyelim desem
gelirlerdi lakin ne hikmetse mevzu dans ya da konser olunca hiç kimseyi
bulamıyordum. Bunun nedenini ben biliyorum ve eminim siz de tahmin
edebilirsiniz.
Canım sıkılmıştı tek başıma
gidecektim konsere ve kendi kendime “Ne olursa olsun. Ne yapalım hüzünlenirsem
ve o kalabalığın içinde hüngür hüngür ağlarsam da yapacak bir şey yok” dedim.
Her şeyi kafamda kurdum. Süslenip püslenip konsere gidecek, kendimi votkaya
vuracak, konserde ağlayacak ve sonra bir taksiyle evime dönecektim.
Ben evde hazırlanırken Mellon aradı
ve konsere yalnız gitmeye karar verdiğimi duyunca “Sen çıldırdın mı? Ara şu
herifi gelirse gelir gelmezse de tek gidersin. Zaten tek gitmeyi planlıyorsun
ne kaybedeceksin? Gelirse en azından eğlenirsin” dedi.
İtiraz ettim. “Hayır, kim ki o ya?
Karşısındaki kişinin samimiyetini bile anlayamıyor. Hem ayrıca o kadar
konuşuyorduk bir kez olsun Depp’e gideceğinden bahsetti mi? Koca bir hayır. Ben
neden onu eğlenceme dahil edeyim. Belli ki sokaktan geçen birinden farkım yok.
Bu yüzden onunla uğraşamayacağım.”
Mellon, “Ya Allah aşkına sen bu
adamla vakit geçirirken eğlenmiyor musun? Neden eğlenceden kendini mahrum
bırakıyorsun?” diye sordu.
Sustum ve düşündüm. Evet, neden
eğlenceden kendimi mahrum bırakıyorum ben?
“Tamam, onu arayacağım. Bence
gelmeyecek ama deneyeceğim” dedim.
Kerem’e mesaj attım ve konsere
gelmeyi kabul etti, şaşırmıştım ama hiç belli etmedim. Buluştuk ve konserin
olacağı bara gittik. Konser başlamadan önce birer içki aldık ve konserin
başlamasını beklerken sohbet ettik. Onu inceliyordum ve o da her zamanki gibi
hem beni beyninin içinde analiz ediyordu hem de tüm mekânı takip ediyordu. Bunu
yaparken de fark edilmediğini sanıyordu. Kendisinin fark edilmediğini sanması
bariz bir çocukluktu ve bana inanılmaz sıcak geliyordu. Gülümsemesini,
konuşmalarını, sözcüklerini takip ediyordum. O kadar samimi konuşuyor ve içten
gülümsüyordu ki bütün kızgınlıklarım bir anda uçup gidiyordu. Onu ölçüp biçmeyi
bırakmıştım. Sadece kendi kendine eğlenmeye çalışan ve omuzundaki ağırlıklardan
kaçmaya çalışan genç delikanlıyı anlamaya çalıştım.
Hayatında sorunlar olduğunu ama bu
sorunların çözümünün kendinde olmadığını ve bu yüzden de çaresizce yaşayıp
gittiğini söylüyordu. Sessizce onun bu söylediklerini dinlerken aslında
istediği her şeyin çözümünün kendinde olduğunu haykırmak istemiştim suratına
ama yapamadım. O sert ve dik duruşunun altında kırılgan bir adam olduğunu
biliyordum ve o kırılgan adam zar zor ayakta duruyordu. Çözümlerin kendisinde
olmadığını düşünerek hayatın ansızın onun karşısına çıkarttığı zorluklara,
sorumluluklara tahammül ediyordu. Tüm bunların üstüne de biri çıkıp ona “Tüm
çözümler sende adam!” dese bu onun omuzlarına yeni bir sorumluluk ve suçluluk
psikolojinin binmesi anlamına gelecekti. Bu yüzden, o problemlerinden üstü
kapalı bahsederken hiçbir zaman tepki veremedim.
O, sorumluluklar altında fazlasıyla ezildiğini
ve hayatının planladığından çok başka bir yöne evrilmesiyle yok olmaya
başladığını hissederken ben ona düşüncelerimi söylemedim. Söyleyemezdim. Bir
insana pat diye gördüğünüz gerçekleri söylemek ona iyilik yaptığınız anlamına
gelmez, samimiyet anlamına da gelmez.
Gerçekleri söylediğinizde
karşınızdaki kişinin bulunduğu zor durum içinden çıkmasına yardımcı
olamayacaksanız iyilik sandığınız şey tamamen kötülüğe dönüşmüş olur.
Karşınızdaki kişinin kendini daha da başarısız görmesine ve suçlamasına sebep
olmaktan başka bir işe yaramazsınız. Bazen sadece susup dinlemek lazım ve
sadece onun hissettiğini hissettirmek ya da en azından hissetmeye çalışmak. Ben
onun hissettiklerini hissetmek için hiç çaba sarf etmedim çünkü çok uzun
zamandır kendimi bok gibi hissediyordum ve başarısızlıklarım ile üzerimdeki
baskılarla, sorumluluklarla ezilmiştim. Herkes benden bir şeyler yapmamı
bekliyordu oysa benim hareket etmeye bile gücüm yoktu. Üstelik hiçbir zaman
yaptıklarım, başardıklarım beklentileri doyurmaya yetmiyordu.
Okyanusun ortasında çırpınıyordum,
yüzecek halim kalmamıştı, karayı arıyordum ama kimse bana tutunacağım bir tahta
parçası bile uzatmıyordu. Herkes lüks bir teknede güzel bir müzik eşliğinde
ellerinde kadehleriyle suda çırpınan ve yüzemeye dermanı kalmamış beni
izliyordu. Yaptıkları tek şeyse ufukta bile görünmeyen kara parçasının yönünü
göstererek “Hadi yüz! Yüzsene! Ancak yüzerek kurtulursun” demekti. Hepinize
lanet olsun! Beni boğulmak üzere terk ettiğinizin ve ben boğulurken keyifle
beni izlediğinizin farkında bile değilsiniz. Üstelik beni bu okyanusun ortasına
atan da sizlersiniz. Hepinize lanet olsun! Okyanusun ortasındayım boğuluyorum ve
siz sadece izliyorsunuz. Tüm çok bilmişler hepinizin canı cehenneme!
Oysa geç olsa da fark ettim. Her şey
aynı anda olmak zorunda değildi. Ben bir sürü şey başarmıştım ve başarmaya
devam ediyordum. Onlarsa sadece izleyip üzerime daha fazla sorumluluk yüklemeye
devam ediyor ve benden beklentiye girmeyi sürdürüyordu. En sonunda onları
duymamaya başladım. Evet, bunu kendime çokça zarar verdikten sonra başarmıştım
ama önemli olan başarmamdı.
Otuzumu geçtim ve yirmili
yaşlarımdayken kendimi hiç bu şekilde hayal etmemiştim ama hayatta hiç tahmin
ettiğim gibi çıkmamıştı. Planlarım gecikti, yolda kendimi kaybettim,
başarısızlık duygusuyla ezildim, beklentileri gerçekleştiremedikçe kendimi
suçladım, yalnızlaştım. Sonunda da o noktaya ulaştım. O nokta herkese ve her
şeye dur dediğim noktaydı. Kendime odaklandığım, başarılarıma odaklandığım
noktaydı. Hayatımda maddi, manevi bir sürü şey başardım. Elimdeki imkanlarla
hayallerimi ucundan kıyısından yakaladım. Her şeye rağmen dürüstlüğümü
kaybetmedim, tüm kırıklıklarıma rağmen kimseyi kırmadan ilerledim. Tüm kazık
yiyişlerime rağmen güvenme duygumu kaybetmedim. Samimi insan ile sahte insan
arasındaki ayrımı doğru yapabilmeyi öğrendim.
Sahtelikler karşısında kaçmayı, bana
değer verilmediğini hissettiğim anda uzaklaşmayı ve sevildiğim yerde beni
sevenlere iyi hissettirmeyi öğrendim. İyi ya da kötü hayatıma giren her insanın
bana öğrettiklerini kulağıma küpe yaptım. Kötüleri ve bana yapılan kötülükleri
unutmadım ama onlar için hiçbir planım da olmadı. Onları hayatın acımasız
kollarında kendi hallerine bırakmayı öğrendim. Hayatın omuzlarıma yüklediği
sorumlulukları benden beklenen hızda değil de yavaş yavaş keyfim istedikçe
yerine getirmem gerektiğini öğrendim. Bir şeylerin çok hızlı gerçekleşmesini
isteyenlere kibarca “Kısa vadeli çözümlerin seni zarar sokacağını hala
kavrayamadın. Bekle ve zamanın bilgeliği ile yüzleş” demeyi öğrendim. Tüm
bunları tek başıma öğrendim dersem yalan olur. Bunları bana okuduğum kitaplar,
izlediğim filmler, yüzlerce yıldır ayakta duran binalar, sokaktaki insanlar
öğretti.
Hep derim her insan kendi hayatının
başrolü ve diğer herkes sizin hayatınızda birer figüran ve bu yüzden sadece
içinizdeki size odaklanın. Etrafınızdaki herkese sadece biraz daha yavaş
ilerlemek istediğinizi söyleyin. Her yere yetişecek gücümüz yok değil, var! Her
yere yetişebilirsiniz sadece zaman gerektiriyor. Kendi isteklerimizi ve
etrafımızdaki insanların isteklerini de yerine getirebiliriz. İhtiyacımız olan
şey önce kendi arzularımızı gerçekleştirmek ve bunu yaparken de yavaş yavaş
bizden beklenen şeyleri kendi kontrolümüz altında, kendi istediğimiz şekilde
gerçekleştirmek. Zaman sadece acılarınızın hafiflemesini sağlamaz, anınızı
kurtarır, sizi rahatlatır, yolda ilerlemenizi sağlar, zaman sizin zamanınız ve
bol bol var acele etmeyin. ‘Zaman her şeyin ilacıdır’ sözünü her şeyi zamanın
kollarına bırakmak değil de ‘her şeyi zamana yayarak stressiz bir şekilde
gerçekleştirmek’ olarak algılayın. Bunu başardığınızda emin olun, içine
düştüğünüz karanlıkta zamanı gelince güneşin doğuşunu izleyeceksiniz.
Şimdi ben bunları Kerem’e nasıl
anlatabilirdim ki? Anlatamazdım. Muhabbet biraz derinleşince bana “Çok derin
düşünüyorsun Aylin, çok düşünüyorsun. Ben bu kadar derin düşünmeye gelemem, sen
neden yapıyorsun?” diyordu. Lakin kendiyle çelişip en büyük sahtekarlığı
kendine yapıyordu. Suratına haykırmak istiyordum “Sen değil misin? Eğlence
anında bile kafandan bin tane düşünce geçiren. Sen değil misin saçma sapan
şeylere kendini sıkıp dert edinen? Sen değil misin anı yaşamalıyım diye
düşünürken asla anı yaşayamayan ve hep bir adım sonrasını düşünen? Sen değil
misin bir sonraki hamlede ne olacağını düşünerek dertlenen ve hiç yaşanmamış
belki de hiç yaşanmayacak bir şey için derin düşüncelere dalan? Senin yaptığın
derin düşünmek olmuyor da ben yapınca mı derinlik oluyor?” Hiçbir zaman
diyemedim ona çünkü kabullenmeyecekti. Hislerini görmeyi başından reddetmiş, o
neşeli çocuğu çoktan kafese kapatmıştı, onu uyandıramazdım. O uyanmak isteseydi
ve belki bir adım bana yaklaşsaydı belki yapabilirdim ama o bana hiçbir zaman
bir adım bile gelmedi. O bana gelmeden ben onu uyandırmaya çalışsaydım ne mi
olur? Sadece benden nefret etmesini sağlardım. Onun zaman ihtiyacı vardı ve
bana sadece o zaman içerisinde bir yolcu rolünü vermişti. Yolcuyduk, yolun
üzerinde bir hana girip dinlenmek için mola vermiştik. Handa karşılaşan, kısa
süreliğine birlikte olacak olan sonra da kendi yollarına devam edecek iki
yolcuyduk.
Konser başlamıştı ve anlayamadığım
şekilde Kerem’e olan tüm kızgınlığım yok olmuştu. Ayrıca ben Kerem’i konsere
davet etmiştim ama onunla bir daha fiziksel temasa girmek istememiştim. Bir
daha bana dokunmasını istemiyordum çünkü konuşmalarından kısa sürede bu kadar
yakın olmamızın kendisine özel olduğunu anlamadığını fark etmiştim. Anlasa bile
anlamamayı tercih ediyor. Görmek istemeyerek başını başka tarafa çeviriyordu. O
yüzden konsere gitmeden önce ben kararımı vermiştim Kerem’e yaklaşmayacaktım.
Sevgili olamayacaksak, güven duygusunu kaybetmişse sadece arkadaş
olabileceğimizi ona gösterecektim. Çünkü çok tatlıydı, aynı şeylerden
hoşlanıyorduk ve ben onun gibi bir insanı kaybetmek istemiyordum. Her şeyin çok
başındaydık rahatlıkla birbirini seven iki dost olabilirdik. Konserde tüm bunları
ona sözlerim ile değil hareketlerimle göstermeye niyetliydim. Peki sonra ne mi
oldu? Gülmeye hazır olun.
Tüm konser sarmaş dolaş geçti. Onun
sıcacık kolları bana dolandığında engel bile olamadım. İstedim,
gülümsemesindeki sevimli sıcaklığın bana olan dokunuşlarında hissetmeyi
istedim. Sonra beni öptü bende onu öptüm. Sıcaktı, düşünmüyordum. Onunlayken
ilk defa düşünmüyordum. Tek düşündüğüm onu hissedebilmekti ama üstüme bir
karabasan çökmüşçesine harekette edemiyordum. Hayatımda daha önce hiç böyle
hissetmemiştim. O bana sarılmış konseri dinlerken mutluydum ve hiçbir şey
hissetmiyordum.
Size bir sır vereyim mi? Konserin
olduğu mekân aynı zamanda Kerem ile ilk öpüştüğümüz mekandı ve her hafta sonu
illa orada uzaktan tanıdığım birisi de olsa mutlaka birileri olurdu. Ve ben o
mekânda Kerem ile karanlığın içine karıştığımda birilerinin beni görüp
görmeyeceğini zerre umursamadım. Kontrol manyağı ben, kutsallığının
bozulmasından korkarmışçasına herkesten Kerem’i saklamaya çalışan ben,
birilerinin bizi görme ihtimalini hiç umursamadım. Birilerinin çıkıp Aylin’i
gördüm diye konuşma ihtimalini hayatımda ilk defa gram umursamadım. Hepsinin
canı cehenneme! Etrafımda hata üstüne hata yapan insanlar var ve benim tek
pişmanlığım hayatımda pişman olacak hiçbir şey yapmamış olmak. O yüzden
hepsinin canı cehenneme! Yanımda bir adam vardı ve kim olduğunu bilmiyordum,
amacını çözememiştim ama bildiğim tek bir şey vardı onun yanında huzurluydum.
Beynimin susmasını sağlıyordu. Sadece Kerem ve kendim ile ilgilendiğim küçük
kaçamağımdı, bunun dışında hiçbir şey umurumda değildi.
Sahnedeki sanatçı izleyenleri ile
sohbet ederken “Buraya kendi isteğiyle gelenler ve arkadaşının çekiştirmesi
sonucu burada olmaya katlananlar, hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim”
dedi.
Kerem’e baktım ve “Bak senden
bahsediyor. Benim zorumla buradasın” dedim.
Kerem hiç düşünmeden kulağıma
fısıldadı “Neden böyle düşünüyorsun? Buradayım çünkü sen çağırdın. Sen
çağırırsan ben hep gelirim” dedi ve onu öptüm.
Enteresan bir şekilde düşünmüyordum,
yahu bu adam yalan mı söylüyor? Doğru mu söylüyor? Düşünmüyordum, ben ona karşı
hiç rol yapmıyordum ve onun da bana karşı rol yaptığını hissetmiyordum.
Birbirimize karşı rol yapmamız için hiçbir sebep yoktu. Ne bir ortak arkadaşımız
ne ortak yürüttüğümüz bir işimiz ne ortak bir çevremiz hiçbir sebebimiz yoktu.
Ortak olan tek şeyimiz birlikte geçirdiğimiz saatlerimizdi ve o saatler hayatın
sahteliğinden kaçmak isteyen iki deliye aitti.
Konser bittiğinde Kerem, “Off bu
kadın tam bir deliydi. Bu kadını sevdiğine inanamıyorum” dedi.
“Kadını sevmiyorum, sadece tek bir
şarkısı için buradaydım. O şarkıyı canlı dinlemek istedim. Sen de sevmedin mi o
şarkıyı ama?”
Kerem gözlerini devirip başını
hafice yana yatırarak “Tamam, o şarkı güzeldi ve sözleri de anlamlıydı ama sırf
bir şarkı içinde üç saat bir manyağa katlandık” dedi.
Konserin olduğu barda ben bir süre
daha kalmak istedim. Dans etmek istiyordum ama müzik o kadar kötüydü ki dışarı
çıktık. Kerem “Hadi sahile gidelim, bagajda şarap var” dedi.
Kerem’in küçük bir tatile gitmek
istediğini hatırlıyorsunuz. Kuzeniyle birlikte tatile gitti ve en büyük hobisi
şarap bağlarından kendine şarapları toplayıp dönmüştü. Şarap severdim ama
sadece içerken, asla özel ilgi alanım olmadı. O yüzden bagajda şarap olmasıyla
değil de sadece Kerem ile vakit geçirecek olmakla ilgileniyordum. Sahilde bir
yerlere gidip baş başa kalma teklifini hiç düşünmeden kabul ettim. Kabul
etmiştim ama hayalperest Aylin adamı her ne kadar hissedip tanıdığını düşünse
de hayatımızda bir de gerçekler vardı. Ya bu adam rol yapmayı çok iyi başaran
birisiyse ve yalnız kaldığımızda içinden başka biri çıkarsa, ne olacaktı? Asla
öyle biri olacağını düşünmüyordum. Kerem’in hareketleri tamamen içtendi ama
yine de kontrol manyağı ben her ihtimali düşünmek zorundaydım.
Düşündüm kimi seçmeliydim? Annem
olmazdı saat gece yarısını çoktan geçmişti kadın durduk yere endişelenirdi.
Mellon’u düşündüm, yatar uyur ancak ben kesildikten sonra haberimi alırdı.
Sonunda buldum, avukat arkadaşım canım ciğerim süpürgesiz cadıma canlı konum
atacaktım. O hem geç uyurdu hem de birkaç saate benden haber alamazsa herkesi
ayağa kaldırır, tüm emniyeti peşimize takardı. Kerem’e çaktırmadan ona canlı
konumumu gönderdim ve mesaj attım. “Canım, Kerem ile birlikteyim ve hiçbir
sorun olacağını zannetmiyorum sadece benden haberin olsun yeter. Eve geçtiğimde
sana yazacağım” Anında mesajıma cevap geldi. “Tamam, dikkatli ol”
Kerem yan gözle mesajlaştığımı
görmüştü. “Ne oldu?” diye sordu.
Ona ilk yalanımı söyledim. “Bir şey
yok. Sadece anneme gecikeceğimi haber veriyordum”
Sohbet ederken Kerem’e Depp
konserine gittiğini gördüğümde çok bozulduğumu söyledim. O da bana daha önce
Depp’i sevdiğimden hiç bahsetmediğimi ve arkadaşının şehir dışından sırf konser
için geldiğini, arkadaşının üniversiteden beri en yakını olduğunu uzun uzun
anlattı. Kerem’e “Yine de bahsetseydin keşke, kendimi çok sıradan hissettim”
dedim. Bunu ona söylemiştim çünkü insanlar müneccim değiller. Sizler onlara
nasıl hissettiğinizi söylemezseniz sizin nasıl hissettiğinizi
anlayamayabilirler. Kerem bana konsere gidiş hikayesini anlattığı anda her şeyi
anlamıştım ama onun da benim nasıl hissettiğimi bilmesini istemiştim hepsi
buydu ve ondan hiçbir şey beklememiştim. Ben ona bu cümleyi kurduğumda tepki
vermedi ve zaten ben de vermesini beklememiştim ama yine de bugün dönüp o ana
baktığımda fark ediyorum. Aslında bir tepki vermesi gerekirmiş, en azından
dostça bir tepki verebilirmiş.
Sahile geldiğimizde arabayı yolun
kenarına park etti. Ben dışarı çıkıp güzel ılık yaz akşamında deniz kenarında
yürüyeceğimizi düşünürken o sevişmek istediğini belli etmişti. Romantizm içinde
değil de sadece güdülerle hareket etmek istiyordu. Neşeli çocuk kafesteydi ve
duygulara yer yoktu. Onun istekleri belliydi peki ben ne istiyordum? Sadece
dokunmak, ellerimi bedeninde dolaştırmak, gözlerinin içine baka baka onu öpmek
ve nefesini nefesimde hissetmek. Ayrıca her zaman araba fantezim olduğunu da
düşünürsek içinde bulunduğum durum reddedilemez boyutta bir güzellikti.
Ona dokundum ve o da bana, ben onu
hissetmeye çalışarak o ise sadece kendini hissederek. Agresif öpüşlerinde
kaybolmayı tercih ettim. Ağırlığını üzerimde hissetmek hoşuma gidiyordu. Gömleğimin
düğmelerini açmaya çalışırken ki o sabırsız telaşı, gülmeme sebep oluyordu.
Kendimi onun ellerine bırakmayı deniyordum ama bir türlü başaramıyordum. Bunu o
da hissediyordu. Konuşmuyordu ama hissettiğini biliyordum. Bir süre sonra “Gel
buraya” diyerek beni kendine iyice çekti. O an kendimi bırakmıştım ve bir süre
sonra durmam gereken o noktaya ulaştığımızı fark ederek her şeyi allak bullak
eden o kelimeyi haykırdım “Hayır!” Şaşkınca suratıma baktı ve anında geri
çekildi ama sinir bozucu bir sakinliği vardı. Sıkıntıya düşmüştüm bu adama
hissettiklerimi ve durumumu anlattığımda, tam da bu noktada bana inanmayacaktı.
İnansa bile kafasında nasıl bir Aylin figürü oluşacaktı?
Sıkıntıyla üstümü başımı topladım ve
sessizliğe gömüldüm. Konuşmak istiyor ama konuşamıyordum. Anlatmak istiyordum
ama anlatamıyordum. O ise, ‘yeni tanıştığın kız Kerem, her türlü manyaklıkla şu
an karşılaşabilirsin. Sakin ol ve tepki verme’ modunda beni izliyordu. Onun o
duruşu daha da sinirimi bozuyordu, ‘her türlü manyaklığı bekleyebileceğin yeni
tanıştığın o kız’ düşüncesinin onun beyninden geçtiğini gözlerinden
görebiliyordum. Oysa çoktan bu kısmı geçmiş olmamız gerekiyordu. En azından ben
geçtiğimizi düşünüyordum ama belli ki geçmemiştik.
Kerem’in hayata karşı bir sürü
güvensizliğinin olduğu, insanlara artık kolay kolay güvenmediği, ben merkezli
düşünmeyi kendine hedef belirlediği bir dönemine denk gelmiştim. O yüzden ona
durumumu anlatmak daha da zor bir hal alıyordu. Anlatsam inanmama ihtimali
vardı. İnanmamasına şaşırmazdım, hem inansa bile kafasında olmadığım bir kadın
imajına beni koyma ihtimali vardı. Oysa ben sadece hayata tutunmaya çalışırken,
hayatı çok ciddiye alan ve o esnada hayatın bizzat kendisini kaçırmış bir
kadındım.
Kerem sessizliği bozarak sordu. “Ne
oldu? Yani anlatmak ister misin?”
Daha fazla düşünmenin bir anlamı
yoktu. Ne şekilde durumumu söylersem söyleyeyim o yine anlamak istediği gibi
anlayacaktı. O yüzden kısa ve öz sadece birkaç kelimeyle durumumu
anlattım. Kerem sessizce kabullendi. Onun
suratına boş boş baktım. İnandı mı? İnanmadı mı? Anormal mi geldi? Kafasında
nasıl bir Aylin oluştu? Ne düşündü? Asla anlamadım ve sonradan ona bunu sormaya
da hiç cesaret edemedim.
Tepkisiz kaldıktan sonra sadece
“Olabilir” dedi. Onun sakinliğinde bir tepki aradım fakat bulamadım. Kızmamıştı
bile, içine düştüğümüz duruma bozulmamıştı bile, sadece tepkisizdi. Bu durum
daha da sinirimin bozulmasına sebep oldu. “Tepki versene be adam! Bir kez de
sen net olsana! Bir kez, sadece bir kez beni seni anlamaya çalışmaya zorlama!”
demek istedim ama yine hiçbir şey diyemedim ve madem öyle gel böyle diyerek onu
öptüm. Madem konuşarak birbirimizi anlayamıyorduk o zaman sadece onu öpecektim
ve onunla sevişecektim. Çabalamanın anlamı yoktu o an karar verdim. Onun değil
de benim ne hissettiğim önemliydi ve onunla ne yapmak istediğim. O bencilse ben
de bencil olacaktım. Kendimi biliyorum bencil olmayı beceremezdim ama yine de
deneyecektim. Belki de onun görevi buydu bana yeri geldiğinde bencilce nasıl
davranılır onu öğretecekti. Bunu bana öğretmesine izin verdim.
Eve dönüş yolumuz da Kerem
sessizleşmişti. Ona sadece bir kez sordum. “İyi misin?”
“Evet, sadece sabahtan beri
dışarıdayım ve saat çok geç oldu yoruldum” dedi. Tekrar sormadım. İçine
gömüldüğü sessizlikle bana nasıl hissettirdiğini farkında olmayan bir adamı
umursamamaya o an karar verdim. Sadece kendi duygularımla ilgilenecektim. Ben mutluydum
ve keyifliydim önemli olan tek şeyde buydu. Lakin yolda ilerledikçe kafama bir
soru daha takıldı ve dönüp “Sana bir şey soracağım ama bana dürüstçe cevap ver.
Birbirimize yalan söylememiz için hiçbir sebep yok” dedim.
Kerem şaşırmıştı, “Sana hiç yalan
söylemedim. Aramızda hiç yalan bir şey olduğunu da düşünmedim” dedi.
“Tamam o zaman soruyorum” dedim ve
devam ettim. “Benimle vakit geçirmekten hoşlanıyor musun sen?”
Kerem iyice şaşkın görünmeye
başlamıştı ve “Neden böyle bir şey sordun ki? Böyle düşünmene neden olacak bir
şey mi yaptım? Seninle vakit geçirmekten hoşlanmasam neden seninle birçok kez
buluşayım ki? Neden böyle düşündün?” diye sordu.
Sakince “Aramızdaki iletişim
kopukluğu yüzünden. Birlikteyken her şey güzel ama sonrasında birbirimizden
haber bile alamadığımız anlar oluyor. Hatta bir gün beni başka bir numaradan
arasan sesini bile tanıyamayabilirim” dedim.
Gözlerini yoldan hiç ayırmadan
“Zaten böyle olması gerekmiyor mu?” dedi.
Şok olmuştum. “Nasıl yani? Bu konuyu
biraz açar mısın?”
Kerem, derin bir nefes aldı kısa
süre düşündükten sonra yine gözlerini yolsan ayırmadan konuştu. “Ben söz
verdiğim zaman ve tutamadığımda rahatsız oluyorum. Hayatımda kimseye söz
vererek bir sorumluluğun altına girmek istemediğim bir dönemdeyim. Bir ilişkinin
sorumluluklarını almak istemiyorum. Seninle ilgili bir sorumluluk almak
istemiyorum ama seninle vakit geçirmeyi de seviyorum”
Ohhh ne güzel dünya be! Birbirimizle
vakit geçirelim. Yetmedi başkalarıyla da vakit geçirelim ama birbirimizi arayıp
hâl hatır soracak kadar bile sorumluluk almayalım. Sevmeyelim, sadece hayvansal
güdülerimizle hareket edelim ve sorumluluk almayalım. Sorumluluk almak ne
demek? Hem ne tür bir sorumluluktan bahsediyorsun ki sen? Bebek miyim ben?
Altımı değiştirip bana mama mı hazırlayacaksın? Yok her halde ben salağım. İlişki
sorumluluğu ne demek bilmiyorum. İlişki denilince bu adamın aklına ne geliyor
acaba? İlişki denen şey birlikte vakit geçirmek, eğlenmek, sevmek sevilmek ve
birbirinin omzundaki yükleri hafifletmek, hayata karşı yalnız olmadığını
hissetmek değil mi?
Hem ben sana gel benimle ilişki yaşa
mı? dedim. Bu konuşmalarda nereden çıkıyor? Ben seni istiyor muyum bakalım?
Dengesizliğini ve agresifçe sadece kendi duygularını önemseyen dokunuşlarını
istiyor muyum? Sırf bir ilişkiye emek verdin ve emeklerin boşa gitti diye tüm
kadınlara ve tüm hayata karşı “hepiniz emeklerimi sömürmek isteyen
canavarlarsınız hiçbiriniz için artık kılımı bile kıpırdatmam” diyen bir adamı
istiyor muyum? Sadece bir kez düştüğü için her şeye ve herkese artık bir hiçmiş
gibi yaklaşmaya başlamış bir adamı istiyor muyum?
İçindeki neşeli çocuğu istiyor
muyum? Sırf rol olsun diye tatlı sözler söylemeyen ve sadece hissettiğinde
güzel sözler söyleyen bir adamı istiyor muyum? Müzik zevki ve ilgilendiği
konuların hepsi benimle ortak olan bir adam istiyor muyum? Bakışlarında sahtelik
olmayan bir adam istiyor muyum? ‘Rol yapıp tatlı olmaktansa acı görünmeyi
tercih ederim’ diyen bir adam istiyor muyum? Gülüşü sıcacık olan bir adam
istiyor muyum? Sıcacık konuşması olan bir adam istiyor muyum? İnsanları
kırmaktan hoşlanmayan bir adam istiyor muyum? Sevmeyi bilen bir adam istiyor
muyum? Bir insana değer vermeyi bilen bir adam istiyor muyum? Misafirperverliği
bilen bir adam istiyor muyum? Dünya meselelerine tepkisiz kalmayan ve duyarlı
olan bir adam istiyor muyum? Bazen milliyetçi duyguları kabaran ve ülkücüleri
aratmayan bir adam istiyor muyum? Sessizliği birlikte paylaşabildiğim bir adam
istiyor muyum?
Kafamda Kerem’e dair binlerce soruyla
gözlerimi yola dikmiş boş boş bakıyordum. Bu kadar çok artı özelliklerin
yanında eksileri de barındırabiliyor olması nasıl mümkün oluyordu? Hiçbir şey
anlayamıyordum ve tek emin olduğum bir şey vardı. Kalbi kırılmıştı hepsi bu…
Kerem’in sesiyle düşüncelerimden
uzaklaştım. “İyi misin? Ne düşünüyorsun?”
Sakince konuştum. “Ben senin
sorumluluğunu almak istiyor muyum? Yoksa istemiyor muyum? Diye düşünüyorum.
Sanırım buna ben de hazır değilim”
Kerem cevap vermedi. Evimin önüne
geldiğimizde bir karar vermiştim. Kerem’i bir daha görmeyecektim. Kendimi zaten
zar zor toparlamıştım ve Kerem’i toparlamaya çalışmaya gücüm yoktu zaten bunu o
da istemezdi. Birlikte olmamızın bir anlamı yoktu. İkimizde başkaları
tarafından yaralanmıştık ve birbirimize yardım edemezdik. Yanlış zamanda
karşılaşmıştık. Kerem o küçük neşeli çocuğu kafese kapatmadan önce karşılaşmış
olmalıydık. Yanlış zamandık. Kesinlikle kararımı vermiştim. Kerem’i bir daha
görmeyecektim.
O arabayı durdurup “Hoşça kal
görüşürüz” dedi.
Onun suratını inceledim ve
dudaklarından öptüm. Sonra kapıyı açıp arabadan inmek üzereyken tekrar ona
baktım. Suratını son bir kez hafızama iyice kazımak için inceledim ve yüzünü
tutup onu kendime çekip son kez onu hissetmek için bir kez daha öptüm. Kerem
anlam verememişti ve sokakta birilerinin bizi görebileceğini düşünerek
endişelenmişti. Onun bu çocuksu endişesine gülümsedim ve “Hoşça kal” dedikten
sonra arabadan indim.
Sonraki günlerde Kerem’i tamamen
unutup kendi hayatıma odaklanmaya çalıştım. Kendi hayatımda Kerem’le yaşadığım
ilişkiden farksızdı. Hayatımın ne tarafından tutsam elimde kalıyordu. Çok
istediğim hayalimi gerçekleştirmek üzereydim fakat bir sürü aksiliklerle
karşılaşıyordum. Sürekli sorunlara çözümler üretip adım adım tüm sorunları
ortadan kaldırmaya çalışıyordum. Kendi hayatımdaki problemler yetmezmiş gibi
ailemdeki çekişmeli günlerde hız kesmeden devam ediyordu. Tam her şeyi yoluna
soktum derken de bu defa evde başıma bir sürü masraf açacak olaylar
yaşanıyordu. Elime geçen az parayla çok iş yapmaya çalışmak, bir yanda da kendi
mutluluğumu ön planda tutmaya çalışmak beni hırpaladıkça hırpalıyordu. Ailemden
yediğim ambargoya karşı dim dik ayakta durup baş kaldırışımı sonlandırmamaya
çalışıyordum. Durmuyor ve nefes almadan hayatla mücadele ediyordum. Bir ara düşmeyi
düşündüm. Belki bırakmalıydım her şeyi ama direndim.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama
bir gün kendimi Kerem ile mesajlaşırken buldum. Tatlı tatlı sohbet ediyorduk
hayatımdaki zorlu mücadelemde nefes alma noktamdı. Kendimi o zor günlerde mutlu
ve huzurlu hissettiğim tek dakikalardı. Sonra Kerem bir anda bana “Neden
kendini frenliyorsun?” diye sordu.
“Ne konuda?” diye sordum.
Açıklamaya çalıştı. “Yani duyguların
konusunda, arzuların konusunda, tutkuların konusunda”
Ne demek istediğini anlamıştım ama
bunun cevabını bilmiyormuş gibi bana sorması saçmaydı. Çünkü cevap bende
değildi, bizzat Kerem’in kendisindeydi. “Kendimi frenliyorum çünkü yolun sonu
görünmüyor. Yol sisli ve yolun sonunda duvara mı toslayacağım yoksa denize mi
düşeceğim belli değil.”
Bu açıklamam karşısındaysa o “Yolda
gördüğün sis değil, asbest… Senin karşında bir enkaz var. Bu enkazı kaldırırım
ve yaralar sarılır diyorsan sakın bekleme… Ben tamamen asbeste bulanmış
durumdayım. Ama arkadaşlık keyif veriyor diyorsan, sadece eğleneceğim diyorsan,
keyfime bakacağım diyorsan, sinemaya konsere ne bileyim bir müze gezisine
birlikte gideceğim biri olsun diyorsan ben buradayım. Ama o enkazın kalkmasını
bekleme, ben entübeyim” diyerek bana cevap veriyor.
Hiçbir zaman kendi kendini dipsiz
bir kuyuya hapsetmiş bir insanı çıkarmak için uğraşmadım. Ben içine düştüğüm
derin kuyulardan hep tek başıma çıktım. En ufacık el uzatanım bile olmadı. Buna
rağmen insanlara destek olmaktan ve onların zor zamanlarında yanlarında
olmaktan hiç vazgeçmedim. Lakin bunu sadece gerçekten aydınlığa çıkmak
isteyenler için yaptım. Çünkü aydınlığa inatla çıkmak istemeyen bir insan için
hiçbir şey yapamazsınız. Hele ki bu kişiyi kısa süredir tanıyorsanız ve
hayatında kadınlarla ilgili kötü deneyimleri olan bir adamsa ardınıza bakmadan
koşarak uzaklaşın. O adamı ayağa kaldırmayı başarsanız bile ilk hançerini size
saplayacaktır. Üstelik bunu yaparken kuracağı ilk cümle de “Ben istemedim, sen
kendin geldin” olacaktır. Tabi bunu aydınlığa çıkmaya niyeti olmayan adamlar
için söylüyorum.
Kerem aydınlığa çıkmak istemeyen bir
adam gibi konuşuyordu fakat gel gelelim o kadar salaktı ki kendi bile gerçekten
ne hissettiğini bilmiyordu? O kadar salaktı ki bilmiyordu, gerçekten
karanlıkta, enkaz altında kalmak isteyen ve dışarı çıkamayacak kişi bu
cümleleri kurmazdı. İnsan kendi durum tahlilini yapabilecek durumdaysa her
enkazın altından da kalkabilir. Sadece bir yardım eli bekliyordur. Bana bekleme
enkazdan çıkamam diyordu ama bir yandan da tüm dünyaya haykırıyordu. “Ulan
şerefsizler, enkazın altında bıraktınız. Hala yaşıyorum, haydi gelip
çıkartsanıza ölmüyorum ulan işte!”
Onun mesajlarını okuyunca gerçek
düşüncelerimi yine ona söylemedim çünkü anlayabileceğini hiç sanmıyordum. O
yüzden sadece gerçekleri söyledim. “Ben daha kendi enkazımı kendim yeni
kaldırdım. Senin enkazını kaldıracak gücüm yok. He sen bana gel benim enkazı da
birlikte kaldıralım dersen seninle birlik olur ve senin enkazını da kaldırırız.
Ama sen böyle demiyorsun. Direkt asbestliyim diyerek bir kenara atıyorsun. O
yüzden senin enkazına bulaşmayacağım”
Kerem durumu sıfır itirazsız
kabullendi ve bende ona teklifimi sundum. “O zaman arkadaş olalım. Birlikte
arkadaş olarak da eğlenebiliriz” dedim.
O ise gülüp araya espriler
sıkıştırarak “Bende onu diyorum zaten” dedi.
Özünde Kerem’in dediği bu değildi.
Kerem ‘birlikte eğleniyoruz, hem dokunuşlarımızla hem konuşmalarımızla, aynen
bu şekilde devam edebilir her şey’ diyordu ama açıkça söylemiyordu. Bende bunun
üstüne “Ruhuna gram dokunamıyorsam seni öpmemin de bir anlamı yok. Arkadaş
kalalım” dedim.
İtiraz etmedi ve anlaşmalı olarak
fiziki temaslardan uzak, birlikte vakit geçirmekten keyif alan iki arkadaş
olarak kalmak konusunda anlaştık. Onunla arkadaş kalabilmek güzeldi en azından
ona olan ilgimin ve alakamın yavaş yavaş eriyip gideceğini biliyordum. Lakin
içimde ona karşı beslediğim derin arzuyu ve çekimi nasıl bastıracağım konusunda
hiçbir fikrim yoktu. Geceleri yatağa uzandığımda onu düşünüyor, öpüşlerini ve
dokunuşlarını hayal ediyordum.
Herhangi bir arabaya bindiğimde onun
sıcacık kollarının beni sardığını hatırlıyor, yumuşacık saçlarında ellerimi
dolaştırdığımı, nefesini nefesimde hissettiğimi, küçük öpücüklerle dudaklarını
boynuma değdirişini hatırlıyordum. Daha önce kimse için düşünmediğim türlü
türlü fantezileri kafamda onunla kuruyordum. Şaka gibiydi… Tamamen saçmalıktı…
Onu bu kadar düşünmem için hiçbir sebep yoktu. Sıradan bir adamdı. Ateşli
değildi. Hiçbir zaman beni zirvede bile bırakmadı. Neden beynimin içindeydi?
Zor da olsa kurtulacaktım bu düşüncelerden başka yolu yoktu. Onunla arkadaş
olarak vakit geçirdikçe zamanla sıradanlaşacak ve ona
dair olan her şey eriyip gidecekti, tek yol buydu.
Bir gün eğlenceli bir şeyler yapmaya
karar verdik. Arabayla gelmek istemediğini içki içeceğini söyledi. Benim için
fark etmeyeceğini nasıl istiyorsa öyle hareket etmesini söyledim. Önce yemek
yiyecektik sonrada içki içip dans etmek için bir yerlere gidecektik ve arabası
olmayacaktı. Bingo! Araba olmayacak olması inanılmaz işime gelmişti çünkü
toplum içindeyken ondan kaçabilecek gücü yalnız kaldığımda kendimde
bulamıyordum. O yüzden inanılmaz keyifliydim. İki arkadaş olacaktık üstelik o
gerçekten herkesin hayatında arkadaşı olarak isteyebileceği tatlılıkta bir
insandı.
Kerem’in doğum gününe bir hafta on
gün falan kalmıştı. Doğum gününde bir arada olamayacağımızı tahmin ettiğimden
buluşmaya giderken ona birkaç ufak hediye götürmek istedim.
Bir keresinde Kerem ile
buluştuğumuzda uzun uzun sohbet etmiştik. O sohbetimiz paralel evrenlere kadar
gitmişti. Bir iki gün sonra ise bir arkadaşım bana kitap hediye etti. Kitabı
okuduğumda Kerem ile sohbetlerimizin benzerlerinin yazıldığını gördüm. O yüzden
aldığım küçük hediyelerin arasına o kitabı da alıp yerleştirdim. Amacım onu
mutlu etmekti hiçbir şey beklemeden. Mutlu olmayı hak ediyordu ama sanmayın
dışarıya yansıttığı Kerem için yaptım bunları, ben içeride kafeste tutulan
neşeli küçük çocuk için yaptım.
Buluştuğumuzda kahvelerimizi içtik
onu özlemiştim ama belli etmiyordum. Ona sım sıkı sarılmak geliyordu içimden,
ellerini tutmak gözlerine uzun uzun bakmak, bedenimi bedenine yaslamak. Gülümsedikçe
onun yüzünü okşamak ve ona dokunmak istiyordum. O her gözümün içine baktığında
bacaklarımı sıkıca birbirine kenetlemekten ayağıma ağrılar girmiş ve bacaklarım
uyuşmuştu. Aman tanrım bu çocuk ne yapıyordu bana böyle alt tarafı kahve
içiyorduk ve ben eriyip gidiyordum. Kahvelerimizi
yudumlarken karşısında bütün hücrelerimle onu istiyordum ama o bana baktığında
sadece etrafa gülümseyen ve sertçe duran bir kadın görüyordu.
Kerem’e hep samimi oldum ve hiçbir
zaman yalan söylemedim. Ona söylediğim tek yalan ve yaptığım tek rol onu ne
kadar istediğimi gizlemekti. Delicesine onu arzularken tüm duygularımı
bastırmaktı. Dünya yansa umurumda olmayacağı anlarda ondan kaçmamdı. Ben daha
önce hiç kimseye bu kadar çekilmemiştim. Üstelik bunun nedenini bile
anlayamıyordum. Ben nedenini bilemezken Kerem’e bu konuda nasıl dürüst
olacaktım ki? Zamana ihtiyacım vardı. Kendimi anlamak için zamana ihtiyacım
vardı. Ama her şey bitmişti zaten artık arkadaştık ve arzularımı açıklamamın da
bir anlamı yoktu.
Kahvelerden sonra yemeğimizi yedik.
Yemeklerimizi yediğimiz yerin karşı kaldırımında duvarda Buika konserinin
afişini gördüm. Tepki vermedim. O konsere de gitmek istiyordum ama Kerem ile
birlikte gidebilir miydik bilmiyordum? Çünkü konserlerden sonrası pek arkadaşça
bitmiyordu bizim için ve ayrıca o hiç bana bir konser teklifiyle gelmemişti.
Beni az çok tanıyordu artık ve bu tarz şeyleri sevdiğimin farkındaydı. Ayrıca
artık arkadaş olduğumuza göre belki de benim yerime başka bir kadını konserlere
davet ederdi. O yüzden ne kadar çok istesem de Buika’dan bahsedemedim ona…
Yemeklerimizi de tamamen dostça
yedik ve Kadıköy’e geçmek için trene bindik. Trene bindiğimizde anlamsız bir
şekilde bana yakınlaşmıştı. Kolumu omuzuma attı sonra çekti ve sonra ben onun
koluna girdim.
Dürtülerimi uyandırmamalısın çocuk,
içimde sana karşı anlamlandıramadığım tutkulu bir canavar yatıyor!
Trende yolumuza devam ederken bir
yandan da nereye gitsek diye karar vermeye çalışıyorduk. Onun telefonunun şarjı
yoktu ve huzursuz hissediyordu. Benim telefonumdan konserlere bakarken Avrupa
yakasında Dolu kadehi Ters tut adlı bir grubun konseri olduğunu gördük ve Kerem
birden “Hadi karşıya geçelim. Eve uğrar biraz telefonu şarja takarım sonra da
arabayı alır konsere gideriz. Ben seni eve bırakırım” dedi.
Teklifini kabul etmedim, edemezdim.
İçimde saçma sapan bir canavar vardı ve tam Kerem ile arkadaş kalma anlaşmasını
yeni imzalamışken o arzuların kölesi olmuş canavarın dışarı çıkmasına müsaade
edemezdim.
“Hayır, olmaz. Sırf içki içeceğin
için arabasız geldin ve şimdi tekrar eve mi gideceksin? Arabayı alacaksın. O
zaman içki içemezsin”
Tüm sevimliliği ile karşı çıktı. “Sorun
değil içmem. Hadi ama biraz beklenmedik bir şeyler yapalım. Eve gideriz telefon
biraz şarj olur sonra da konsere gideriz.”
Tren Kadıköy’e yaklaşmıştı, bir
karar vermek zorundaydık. “Olmaz. Kerem, başka zaman yaparız bu dediğini bugün
olmaz.” Dilim olmaz diyordu ama o karşımda tüm sevimliliği ile bana gülümserken
trenin ortasında dudaklarına yapışmamak için kendimi zor tutuyordum.
Sonra ona “Bak sana doğum günün için
birkaç küçük hediye aldım. Sırf o yüzden de kocaman bir sırt çantası var
yanımda” dedim.
Kerem afallamıştı “Nasıl yani?” diye
sordu.
“Arabasız geleceğin için ve
hediyelerini tüm gece elinde taşımaman için yanıma büyük çanta aldım”
Kerem bana inanmamıştı. “Hadi ama
Aylin yapma. Büyük çantayı sırf benim için almış olamazsın”
Şaşırmıştım. “Ne yani bana inanmıyor
musun?”
“İnanmıyorum”
Alınmıştım ve “Şaka mısın? Beni gece
dışarı çıkarken ne zaman büyük çanta ile gördün? Geceleri rahat edebilmek için
hep küçük çanta alırım. Bugün bunu sırf sen elinde poşetle dolaşma diye aldım
ve sen bana inanmıyorsun. Peki, Kerem inanma o zaman. Seni inandırmak için
hiçbir şey yapmayacağım” dedikten sonra sustum. O da susmuştu. Hiç tepki
vermeden susmuştu. Çaktırmadan dönüp baktım ona ve düşündüm, seni kim bu kadar
güvensiz bir adam haline getirdi? Seni düşünerek hareket etmiş olabileceğime
inanman neden bu kadar zor? Sonra geçmiş konuşmalarımızdan birini hatırladım.
Bir gün Kerem ile konuşurken ona
tıpkı içimde hissettiklerimi de yansıtacak sıcaklıkta bir cümle kurmuştum ve
Kerem ise bana “Çok tatlı asılıyorsun” demişti. Ona “Evet, normalde öküzümdür
ama binde bir böyle şeyler yapıyorum” demiştim.
Kerem yine o tepkisiz haliyle
“Yapma, yemiyorum bunları” dedi. Şaşırmıştım. Nasıl oluyordu da ona verilen
değeri kabul etmiyordu? Ben Kerem’e gösterdiğim sevimli tarafımı kimseye bu
kadar çok göstermemiştim. Birçok adam bana donuk olduğumu ve ağzımdan hiç iyi
bir şeyler duymadıklarını söyleyerek beni bırakmıştı. Şimdiyse Kerem benim
tatlı hallerime inanmadığını söylüyordu. Oysa ben tamamen içimden geldiği gibi
hareket ediyordum. Bugün düşünüyorum da o gerçekten bu tatlı cümlelerimi hak
etmiş miydi? Neden diğer adamlara bu yönümü hiç göstermemiştim. Sanırım diğer
adamlar hissetsin ya da hissetmesin her an güzel şeyler söylüyor, durumu
kurtarmak için sürekli rol kesiyordu ve bunu hissettiğim içinse tatlı tarafımı
onlara göstermeden koşarak kaçıyordum. Kerem ise tüm rahatsız eden
durgunluğunun yanında sadece hissettiğinde tatlı dilini kullanıyor ve
hareketlerine bunu yansıtıyordu. Bu adam tüm hareketlerinde samimiydi ya da ben
öyle sanıyordum.
Tren Kadıköy durağına geldi ve ben
“İnelim” dedim. O ise bana nazikçe sarılıp engel olarak “Hadi ama devam edelim.
Konsere gidelim” dedi. Trenden inemedim. Binmiştik bir trene gidiyorduk bir
bilinmeze, artık çok geçti ama yine de amacıma sadık kalacağım konusunda
kendime söz verdim. Arkadaştık!
Trenden Kerem’in evinin olduğu yerde
indik. Aniden midem yanmaya başlamıştı. Yediğimiz yemeğin dokunmasından
kaynaklı olması olasıydı çünkü doktorumun yasaklı dediği ne varsa tüketmiştim.
Bunun yanı sıra kendi duygularımı sürekli bastırmaya çalışmam da mide ağrıma
tuz biber eklemişti. Kerem ise anlatıyordu. “Sen beni geçen hafta çağırdığında
gelemedim çünkü bak park yeri buralarda bulunmuyor. Arabayı yerinden çıkartsam
bir daha park edecek yer bulamazdım o yüzden gelemedim. Sana gel demiştim ama
sen de ciddi olduğumu düşünmediğin için gelmemişsin. Şimdi gördün mü? Bak park
yeri olmuyor hiç”
Kerem’i dinliyordum ama midem beni
çok rahatsız ediyordu tepki veremedim. Kerem bir rahatsızlığımın olduğunu fark
ederek sordu “Aylin, iyi misin? Dinliyor musun beni?”
“Evet, dinliyorum ama neden bana
bunları anlatıyorsun? Sen bana ilk neden gelemediğini anlattığında ben sana
inanmıştım. Bana bir şey kanıtlamana gerek yok. Ben senin bana söylediğin her
şeye inanıyorum. Senin gibi değilim. Sense bir çantaya bile inanmıyorsun”
Kerem biraz bocalamıştı. “Evet, ben
niye anlatıyorum bunu? Şey yani çanta olayına inanmadım değil ama kızlar hep
büyük çanta takar ya… Hani şeyy… O yüzden…”
Midemin ağrısıyla yüzümü ekşitmiştim
ve Kerem’in saçma inançsızlıklarından da sıkılmıştım. “Kaç kadın gördün sen
gece dışarıya çıkarken büyük çanta kullanan?”
Kerem başka bir tuhaflık daha
olduğunu hissederek “İyi misin sen?” diye sordu.
“Değilim midem yanıyor. Maden suyu
içmem lazım”
“Tamam, bizim evde var. Eve gidince
içersin. Yemek mi dokundu acaba? Yemeseydik keşke”
Midemi tutup, yanmasının geçmesi
için dua ederken “Umarım başımıza daha büyük bir problem açmaz” dedim.
Eve geldiğimizde yanan midem ve ben
balkonda acı çekerek otururken, Kerem var olduğunu sandığı maden suyunun evde
olmadığını fark ederek panikle bakkala sipariş vermeye uğraşıyordu.
Gülümseyerek onun o sevimli panik halini izliyordum. İnanılmaz sevimli ve
doğaldı. Uzun zamandır o kadar tabi bir insan görmemiştim. Sanırım Kerem’i bile
daha önce hiç o kadar doğal görmemiştim. Salt Kerem’di işte, orada duruyordu.
Kendini asbestli ilan eden ama güneş gibi parladığının farkında olmayan Kerem…
Uzun mücadeleler sonunda maden
suyuma ulaşmıştım ve midemin yanması hafiflemeye başlamıştı. Sonra Kerem bir
anda beni dans etmeye kaldırdı. Dans etmeye başladık. Yorgundum, duygularımı
bastırmaktan, ona karşı olan zaafımı ondan gizlemeye çalışmaktan, midemin
yanmasından, arkadaşlığa dair aldığımız kararı yerine getirmeye çalışmaktan
yorgundum. Ne kadar süre dans ettik bilmiyorum ama dudaklarımızın birbiriyle buluşması
uzun sürmemişti. Onu içime çeke çeke öpüyordum ama bir yandan da delice kaçıp
gitmek istiyordum. O sım sıkı bana sarıldığında onu ittirmek istiyordum ama
hareketsiz kalıp her şeyi onun kontrolüne bırakıyordum. Beni odasına doğru
götürmeye çalıştığında ancak itiraz edebildim ama işe yaramamıştı. İtirazlarıma
ben bile kendimi inandıramıyordum ki onu inandırayım. Odasındaydım onun
bedenini hissetmek istiyordum ama yapamıyordum. Ona dokunduğumda içimdeki
alevin harlanmasını istiyordum ama yapamıyordum. Günlerdir en tehlikeli
fantezilerimi süslemiş adamlaydım ama beynim hiç durmuyordu.
Bana asbestli olduğunu söyleyen
adamın yatağında ne işim vardı? Fuck buddy mi olacaktım? Ben bunu istemiyordum.
Bir anda durdum. Onu üzerimden ittirip yataktan fırladım ve üzerimi giyinip
balkona çıktım. Sinirliydim ve bir sigara yakıp oturdum.
Usulca yanıma geldi ve
sandalyelerden birine oturdu. Konuşmaya başladım. “Olmuyor, beynimin içinde bin
tane tilki varken olmuyor işte… Sen benimle pazarlığa oturdun. Bu böyle olmaz
ki! Hem ne olacak ki sevişsek? Ben zirveleri göremeden yine bitecek her şey…
Hadi zirveyi gördüm diyelim benim seni her an bir daha görememe ihtimalim
varken ne fark eder? Ben sonra ne yapacağım? Sana âşık olursam ne olacak? Sen
benimle pazarlığa oturduğunun farkında mısın? Ben sana gel benimle evlen
demiyorum, gel bana hemen aşkım cicim de demiyorum. Zaten sen bunları yapsan
ben senden koşarak kaçarım. Ben yalnızlığıma alıştım. Öyle hemen birileri
gelsin ve yalnızlığımı alsın benden istemiyorum. Ama baştan ben asbestliyim,
yok enkazım falan da ne demek oluyor? Böyle şeyleri konuşmazsın, zamana
yayarsın. İlla mutlu sonla bitecek diye bir şey yok ki! Bunu en iyi sen
biliyorsun, o kadar uzun süreli bir ilişkin oldu ne oldu? Mutlu sonla mı bitti?
Hayır. O yüzden amaç anı yaşamaksa anı yaşasana ama sen ne yapıyorsun? En
başından sonu belli olmayacak bir şey için ikimize de sınır çiziyorsun. Sen
sınırı sadece bana değil farkında olmadan kedine de çiziyorsun. Kendini bile
sınırlıyorsun farkında değilsin. Kendine bile ‘hissedeceksen hissetme, zevk
alacaksan alma’ diyorsun. Hayır, ben böyle bir şey istemiyorum.”
Derin bir sessizlik oldu ve
sonrasında Kerem “Haklısın bu biraz pazarlık gibi oldu… Ben aslında seninleyken
mutluyum, konuşmalarını seviyorum, yazdıklarını seviyorum. Senden hoşlanıyorum
da… Ama bilmiyorum…” dedi.
Sessizce onun masum görünen suratını
inceledim ve “O zaman sadece bırak aksın işte” dedim. Bir süre daha sessizce
oturduk ve öpüşmeye başladık. Artık rahatlamıştım düşünmüyordum. Bu iş nasıl
biterse bitsin artık tek hata yapan ben olmayacaktım. Artık Kerem’de bu hataya
ortaktı. İkimizde, ikimizin ne istediğini biliyorduk. Ben onu dinlemiştim ve o
da beni dinlemişti. Yani en azından ben onun beni dinlediğini sanıyordum,
yanılmışım. Zerre dinlememiş hiçbir söylediğimi. Kafasında önyargılarıyla
şekillendirdiği Aylin dışında başka bir Aylin hiç var olmamış. Bunları çok
sonraları fark ettim.
O gece koltukta birlikte oturmuş
müzik dinlerken “Bu şarkılarla beni tavladın” dedim.
Kerem’de belli belirsiz
gülümsemesiyle “Kim kimi tavladı acaba” dedi. Şaşırmıştım, nasıl yani? Diye
sormak geldi içimden ama yapmadım. O hissetmediği şeyleri söyleyen bir adam
değildi. Onu tavlayanın ben olduğumu düşünüyorsa düşünsündü, en azından birazcık
da olsa ruhuna dokunduğumu hissetmiştim.
Aniden bana “Siz kadınlar
sevildiğinizi anlamak için illa bunu duymak istiyorsunuz değil mi?” diye sordu.
Şaşırmıştım. Bu çocuğun beni
şaşırtmadığı hiçbir an olmayacak mıydı? İstediğim her şeyin vücut bulmuş hali
gibi hareket edip sonra da bana fren mekanizmamı çalıştırmak zorunda kalacağım
sözler söylüyordu. Bu büyük haksızlıktı, resmen bana gösterip elletmiyordu.
Asla sözcüklere ve verilen sözlere
güvenen bir insan olmadım, beni tanıyan yakınlarımın hepsi bilir. Benim en
büyük zevkim sözcüklerin ardındaki sırrı çözmektir. Bir insan konuşurken onun iç
sesi bana adeta italik bir şekilde alt yazı geçer. O yüzden duyduklarım
önemsizdir. Hissettiklerim önem taşır. Hele karşımdaki kişiyle duygusal bir
şeyler yaşamam söz konusuysa sözcükler tamamen bir hiç olur. O insanın bana
nasıl hissettirdiği ile ilgilenirim ve benimleyken o insanın nasıl hissettiği
ile ilgilenirim. Mutlu muydu? Huzurlu görünüyor muydu? Sessizliği ile ne
anlatmayı çalışıyordu? Sessizlikteki huzuru birkaç dakikalığına birlikte yaşayabilir
miydik? Ben mutlu hissediyor muydum? Dokunuşlarındaki şehvette saklanmış sevgi
var mıydı? Önemli olan bunlardı. İki kelimenin söylenmesine gerek yoktu, aşk
sözcüklerine gerek yoktu. Dünya üstünde ‘aşkım’ kelimesinden benden daha çok
nefret eden bir kadın var mı acaba merek ediyorum?
Bu tarz şeyleri arkadaşlarımla
konuştuğumda bana “Yalnız öleceksin kızım sen! Aradığın gibi bir adam dünya
üstünde yaşamıyor. Hem bunları yapacak hem de sanattan falan anlayacak… Çıtayı
arşa çıkartıyorsun, bak cidden yalnız ölmek istemiyorsan bu çıtalardan
vazgeçmen lazım” derlerdi. Bu cümleleri o kadar sık duymuşumdur ki sayısını
hatırlamıyorum. El birliği ile de en sonunda beni pes ettirmişlerdi.
Arkadaşlarıma hak vererek dünya üstünde böyle bir adam bulabilmenin mucize gibi
bir şey olduğunu kabullenmiştim. Hatta o arkadaşlık uygulamasını kullanmaya
ikna olmamın sebebi biraz da buydu, beklemekten yorulmuştum. Kendime “Ne
olacaksa olsun? Kabullen, yok işte aradığın gibi birisi Aylin? Yalnız mı
öleceksin? Gençlik geçiyor takıl işte” demiştim. Komikti, bunlardan vazgeçtiğim
anda bu özelliklerin hepsini taşıyan ama yolunu kaybetmiş bir adamla
karşılaşıyordum. Gerçekten böyle karmanın ben taaaa ağzına s***…
Şimdi ben bunları Kerem’e uzun uzun nasıl
anlatacaktım? Zaten en ufacık şeye şüpheyle yaklaşıyordu. Kendisinin süper zekâ
olduğuna o kadar güveniyordu ki ona ettiğim iltifatların sadece kendisine özel
olduğunu bile o süper zekasıyla kavrayamıyordu. Kerem Bey süper zekâ ya… Kendince
anlıyor beni ya hani, büyük çanta alma sebebimin onu rahat ettirmek olduğuna
inanmıyor ya... Şimdi tutup bunları anlatsam inanır mıydı? Hiç sanmıyorum.
Kendisi hareketlerinin anlaşılmadığından yakınıp duruyordu ama benim
hareketlerimi asla anlamıyordu.
Sorusunu ilk seferde iliklerime
kadar anlamama rağmen “Ne demek istediğini anlamadım” dedim.
Kerem tekrarladı. “Siz kadınlar sevildiğinizi
illa sözcüklerle duymak istiyorsunuz. Hareketler sizin için yeterli olmuyor
değil mi?”
Yan yana oturuyorduk onun kanatları
altındaydım ve şöyle hafifçe kafamı kaldırıp ona baktım. Salak çocuk! Sen bana
hiç sözcüklerinle seni seviyorum dedin mi? Demedin. Hiç sözcükleri kullanmadın.
Peki… Sence ben, bana seni seviyorum demeyen bir adamı ikinci kez öper miyim?
Bana seni seviyorum demeyen bir adamla sevişir miyim? Bunların hepsini onun
gözlerinin içine bakarak içimden söylemiştim ve tekrar başımı onun omzuna
yaslarken de sesli olarak sadece “Benim sevildiğimi duymama gerek yok. Bunu
hissediyorum. Sevildiğini kulaklarıyla duymaya ihtiyacı olan kadınlardan
değilim” dedim. Cevap vermedi, muhtemelen inanmadı ama bana daha sıkı sarıldı. Belki
de inanmıştı kim bilir…
Balkona tekrar sigara içmeye
çıktığımızda ülkeleri konuşmaya başladık ve ona arabasında fado’nun çaldığını
duyduğumdaki şaşkınlığımdan bahsettim. Sonrasında Portekiz hakkında konuştuk.
Ona Lizbon’u görmeyi çok istediğimi söyledim ve biraz hayallerimden bahsettim. O
da bana Portekiz’e hiç gitmediğini kendisinin de merak ettiğini anlattı. Sonra
bir süre sessizce huzurla sessizliği dinledik. Tüm gece bu şekilde akıp geçti
ve artık eve gitme vaktim geldiğinde onu öpmeye doyamaz halde bulmuştum
kendimi. Bunun tek bir sebebi vardı. İçten içe kendime “Aylin bu adamı son
görüşün olabilir, doya doya öp” diyordum.
Evime geldiğimde mutluydum. Sabah
uyandığımda günaydın mesajı beklemiyordum ya da sonraki günlerde bana aşkımlı
canımlı cicimli mesajlar atmasını hiç beklemiyordum. Biliyordum Kerem oralarda
bir yerlerdeydi ve bu kadarı yeterliydi. Böylesi güzeldi. Lakin bu duruma bir
isim vermem gerekiyordu. Kerem aslan burcuydu ve burcunun özelliklerini
taşıyordu. Hayatı da kısmen Aslan Kral Simba’yı anımsatıyordu. Simba’nın
omuzlarına genç yaşta sorumluluklar yüklenmiştir ve yaşanan kötü olayların
önüne geçemeyeceğinin farkında olmadan kendini suçlar. Evini terk eder ve
hakuna matataya gider. Hakuna matata tüm hayvanların kaçış noktasıdır. Burada
eğlenceden ve keyif veren şeylerden başka hiçbir şey bulunmaz. İşte tam olarak
Simba, Kerem’di. Kerem Aslan Kral’dı bense hakuna matata’ya sığınan bir başka
hayvandım. Birlikte geçirdiğimiz o anlarsa tam olarak hakuna matataydı.
Kerem’in doğum gününde ona özel bir
doğum günü videosu çektim. Videoda doğum gününü kutlayıp ilk defa ona hakuna
matatadan bahsettim. Büyük büyük tepkiler vererek teşekkür etmedi. Hatta
videoları ona sabah göndermeme rağmen akşam gördü. Umursamadım. Kerem’di bu ve
ben sadece akıştaydım. Birine fotoğraflar yollamak ya da video çekmek hiç
benlik değildi, benim için yeni şeylerdi bunlar ama içimden geliyordu. Ben ne
istiyorsam ne hissediyorsam onu yapıyordum ve bunu ondan herhangi bir beklentim
olmadan yapıyordum.
Kerem videoları izlediğinde ilginç
bir tepki daha vermişti. “Sen zaten bana hediyelerini vermiştin. Tekrar
kutlayacağını düşünmemiştim”
Nasıl yani? Neden bu adam, ona değer
verildiğini gösteren hareketleri kabul etmekte bu kadar zorlanıyor? Tamam,
bende bana iltifat edildiğinde utanırım ama birisi benim için küçücük özel bir
şey yaptığında bunu kabul ederim. Kerem, öyle değildi ve yapılan her iyiliğin
güzelliğin ardında bir neden arıyordu, bir çıkarcılık arıyordu. Onun sevimli
bir suratı ve iyi bir kalbi olduğunu bilmesem hiç gerçekten sevilmediğini
düşünürdüm.
Onun verdiği bu ilginç tepki
karşısında sadece “O gün doğum günün değildi. Hediyeler başka, doğum gününde
seni kutlamak başka…” diyebilmiştim.
Yaklaşık bir hafta sonra bir sabah
Kerem’in instagram hikayesinde Lizbon’da olduğunu gördüm. Beynimden vurulmuşa
dönmüştüm. Ben hayal ediyordum adam hayal ettiğim özellikleri karakterinde
taşımaya başlıyordu, ben hayal ediyordum adam başka bir kadınla konsere
gidiyordu, ben hayal ediyordum adam Lizbon’a gidiyordu. Üstelik son
görüşmemizde karşılıklı oturup Lizbon muhabbeti yaptığımız halde de bana
Lizbon’a gideceğini söylememişti.
Yataktan fırladım ve ağlayarak
yatağımın yanında asılı olan Dünya haritasını yırttım, yırttım, yırttım. Ben
hayal ediyordum adam gerçekleştiriyordu. Baktığındaysa asbestli olan oydu bense
hayatın içerisinde neşeyle yaşayan kadın… Hangimiz daha asbestliydi acaba?
Hangimizin tuttuğu her dal kuru çıkıyordu? Hangimiz okyanusun ortasında yüzmeye
çalıştıkça batıyordu? Hangimiz her düzlüğe çıktım tamam dediği anda yeniden
düşüyordu? Hangimiz kendini hapsolmuş gibi hissettiği halde kaçıp
uzaklaşamıyordu?
Kendimi delirecekmiş gibi hissediyor
kaçıp bir süreliğine uzaklara gitmek istiyor, tanıdığım hiç kimsenin suratını
aylarca görmek istemiyordum. Güvenebileceğim hiç kimse, sırtımı
yaslayabileceğim hiçbir dayanağımın kalmadığını düşünüyordum. Çabaladıkça dibe
çekiliyordum ama çabalamaya devam ediyordum. Tedavimi aksatıp ilaçlarımı bile
almamaya başlamış kendimi tamamen salmıştım. Tüm bunlara rağmen, tüm bu
hissettiklerime rağmen de hala gülmeye çalışıyordum. Kalbim yorgundu, tek
başıma mücadele etmeye gücüm yoktu. Herkesi ve her şeyi organize edip, her şeye
yetişmeye çalışırken kendimi unutmuştum. Beynimin sustuğu tek bir anım yoktu.
Doktorumun “psikoloğa gitmen lazım, biriyle konuşman lazım” cümleleri beynimde
yankılanıyordu ama inatla istemiyordum. Beni para karşılığı dinleyecek birine
değil bir dosta ihtiyacım vardı. Yüzüme baktığında gülümsememin altındaki
hüzünlü yorgun küçük Aylin’i görebilecek birine ihtiyacım vardı. Her zaman
kendimi toparlamayı başarmıştım yine başarabilirdim.
Hislerimin ve dayanma gücümün
bitmeye başladığını hissediyordum ve buna rağmen gülümsemeye, anı yakalamaya,
hayat denen şeyin zorlu bir serüven olduğunu kabullenmeye çalışıyordum.
Kabullenmiştim de… Bu yüzdendi hala daha ufak şeylerden mutlu olabilmemin,
insanlara güvenebilmemin, herkesin iyi yönlerini görebilmemin nedeni. Peki, ben
bunca şeye rağmen ayakta kalabilirken neden rest çeken Kerem oluyordu? Neden
asbestliyim, enkazım, bekleme beni diyebilen Kerem oluyordu? Hissettiklerini
ifade edebildiği için ne kadar şanslı olduğunu bile bilmiyordu. Ben kimseye
hiçbir zaman boğazım sıkılıyormuş gibi nefessiz kaldığımı hissetsem bile bu
cümleleri söyleyemedim. Ben kötü hissettiğimi, dipte olduğumu hiçbir zaman
kimseye söyleyemedim. Sırf bunu söyleyebilmek bile ne büyük başarıydı.
Bana neden söylememişti Lizbon’a
gideceğini? Söylese ona ne diyecektim ki? Birlikte mi gidelim diyecektim? Asla!
Lizbon’a bir erkekle gidemem. Hiç kimseye o kadar güveneceğimi düşünmüyorum.
Bana özel olmasını istediğim anları hiçbir erkekle harcamaya cesaret edemem,
hele ki Kerem ile asla yapmam. Her görüşmemizde son öpücüğüm olabilir diyerek
öptüğüm bir adamla asla Lizbon hayali kuramam, kurmam. Çünkü o gittiğinde
kaybettiğim en önemli şey masum hayallerim olur. Ben yalnızlığa alıştım ve
kimseyi hayatıma o kadar dahil edecek kadar cesaretim yok.
Neden söylemez ki insan?
Düşünüyordum düşünüyordum ama asla anlayamıyordum. Bir kadınla sevişeceksin,
aileni, arkadaşlarını, kalp kırıklıklarını konuşacaksın, özel denilecek anlar
yaşayacaksın, Lizbon üzerine muhabbet edeceksin ama birkaç hafta sonra Lizbon’a
gitmeyi planladığını söylemeyeceksin. Gözümün içine baka baka saatlerce sohbet
edeceksin ama tek kelime etmeyeceksin. İnsan nasıl dayanır söylemeden?
Samimiyet bunun neresinde? Arkadaşlarım haklı mıydı? Kerem samimi görünen ama
özünde sahteliklerle dolu, içten pazarlıklı bir adam mıydı? Onun samimiyetine
inanarak kendimi mi kandırıyordum? O sadece bir avcı mıydı?
Düşündüm ve öfkemin içimde
patlamasının hiçbir yararı olmadığına karar verdim. Bana samimiyetsiz
davrandıysa ve sinirlerimi altüst ettiyse ben de onu gıcık edecektim. Hiç
düşünmeden mesaj attım. Bana göre hayatımdaki en sitemkâr mesajdı arkadaşlarıma
göreyse sitem etmenin yanından bile geçememiştim. İtiraf ediyorum, kırılsam
dökülsem bile kimseyi kırmak istemediğim için trip atamıyorum ve sanırım yine
becerememiştim. Ona sadece şöyle dedim. “Muhabbeti açıldığı halde gideceğini
söylemedin. Sandığımdan daha ketummuşsun” Evet, biliyorum asla yeteri kadar
sitem içermiyor.
Çok geçmeden karşılık verdi.
“Annemlere bile söylemedim. Kimse bilmiyordu, yıldızım çok düşük hep aksilikler
yaşıyorum bu defa kimseye söylemek istemedim. Yalnız geldim.”
Yine kendimle ilgili hep düşündüğüm
ama kimseye söyleyemediğim bir cümleyi daha Kerem’in ağzından duymuştum.
“Yıldızım düşük!” Ama hayır, bu defa yelkenleri indirmeyecektim.
“Eminim nazar değmez şimdi” dedim.
“Herkes neden bana kızıyor?
Arkadaşlarım da tepki gösterdi. Anlayamıyorum” diye karşılık veriyor.
“Arkadaşlarınla da ilk tanışmanda
Portekiz muhabbeti yaptıysan ve onları da son görmende özellikle Lizbon
hakkında konuştuysan bu senin için sıradan bir olay olabilir. Tabi haklısın”
diyorum.
Gittikçe sinir katsayım artıyordu.
Bu bana hayatın oynadığı bir şaka mıydı? Yüzde kaç ihtimal bu tarz bir olay
yaşanır, çok mu sıradan bir tesadüftü bu da sadece bana ilginç geliyordu.
Sonra bir süre sadece oturdum ve
düşündüm. Kendimi düşündüm. Canım çok sıkkındı, hissizleşmeye başlayarak bu
hissizleşmeden korktuğum bir dönemdeydim. Arkadaşlarımdan bile kaçmak
istiyordum. Kaçabilseydim kaçardım. Peki, ufak bir kaçamak yapmak istesem
kimseye söyler miydim? Her şeyi birkaç günlüğüne arkamda bırakıp uzaklaşacak
olsam kimseye haber verir miydim? Hayır! Hiç kimseye söylemez sessiz sedasız
giderdim ve olabildiğince sessiz sedasız da dönerdim. Bana özel, sadece bana
özel günler geçirirdim. Kerem’e söyler miydim? Ona söyleyebilirdim. O benim
kaçış noktamdı ve birbirimiz dışında hayatımızda başka hiçbir ortak
paylaşımımız yoktu. Çevremiz, semtlerimiz, okullarımız her şey farklıydı.
Üstüne üstlük muhabbette açılmışsa dayanamaz söylerdim. Ama belli ki Kerem
benden daha ketumdu ve benden daha güvensiz bir yapısı olduğu da düşünülürse
onun bana bile söylememiş olması normaldi. Lanet olsun! Yine empati yapıp onu
anlamıştım, lanet olsun!
Ona mesaj attım ve “Madem oradasın
iyi eğlen” dedikten sonra Lizbon’a gittiğimde ilk yapmak istediğim her şeyi
sıraladım. En azından birimiz okyanusun kokusunu içine çekip birkaç gün huzurlu
hissedecekti. Sonra bana Lizbon’un kokusunu üstünde taşıyan bir hediye almadan
geri dönmemesini söyledim.
“Zaten bunu düşünmüştüm. Senin
söylemene şu an çok uyuz oldum” dedi.
Düşünebileceğine inanıyorum. Mellon,
“Asla düşünmemiştir sen salak mısın Aylin?” demişti ama Kerem’i tanıyan bendim
ve biliyordum. Kerem istediğinde ama sadece istediğinde her şeyi görecek ve
düşünebilecek bir adamdı. Sadece tam göreceği zaman korkakça başını çevirmeye
başladığı bir zamanına denk gelmiştim. O yüzden biliyordum. Canı istemese tek
kelime bile etmezdi ve elleri bom boş dönerdi.
Lizbon’dayken hiç değilse daha sık
fotoğraf paylaşmasını isterdim. Bu Lizbon’u onun gözleriyle görmek anlamına
gelirdi ama o her zamanki gibi hiç doğru düzgün bir fotoğraf paylaşmamıştı.
Sonra ona mesaj attım ve cevap vermedi. Bozulmuştum ama üstünde durmamıştım.
Olabilirdi, adam huzur duyacağı birkaç gün geçirmek için İstanbul’dan kaçmış
telefon elinde mi dolaşacaktı.
Kerem, Lizbon’dan dönmüştü ama onun
işleri benim işlerim derken görüşemedik. Açık konuşacağım bende onu aramak
istemedim. Her seyahat insanı biraz değiştirir o yüzden de döndüğünde Kerem’in
biraz kendini dinlemeye ihtiyacı olabileceğini, belki de hayatında yeni
kararlar almış olabileceğini düşündüm. Sıkıştırılmamaya ve yalnız kalmaya
ihtiyacı olabilirdi. Kerem’e saygı göstermeli ve onun aramasını beklemeliydim.
Yani yine kendimi düşündüm ve ben olsam bana böyle davranılmasını isterdim.
Arkadaşlarım bana her şeye inanılmaz saf baktığımı söylüyordu ama elimde
değildi ki ben sadece ben olsam öyle isterdim diye düşünerek hareket ediyordum.
Nitekim sonunda bir şekilde o beni
dürttü. Kerem aynı Kerem’di. Mesajlara geç cevap veren, kısa kısa konuşan ama
yine de arada sırada dürtmeyi ihmal etmeyen Kerem’di.
Kızlarla buluşup yemek yemeye sahile
gittiğimiz bir gün sohbet ederken onlara Kerem’den bahsettim. Kızların birisi
“Yani tam olarak ne yapıyorsunuz anlamadım” dedi.
“Yani birlikte eğleniyoruz.
Takılıyoruz. Kaçış noktası gibi düşün” dedim.
“Daha fazlasını istemiyor musun? Bu
hiç net bir olay değil. Netlik istemeyeceğine emin misin Aylin?”
Biraz durup düşündükten sonra kem
küm ederek “Bence gayet net gibi… Aslında değil… Ama farklı bir durum işte…”
dedim ve sonrasında konuşmamı hızlandırarak devam ettim. “Kerem’den hiçbir şey
beklemiyorum ve bu benim rahat olmamı sağlıyor. Beni germiyor. Anlasanıza.
Neredeydin? Neden aramadın? Geç mi kaldın? Bu sabah niye günaydın demedin?
Arkadaşlarımla dışarıdayım dedim insan hiç mi arayıp sormaz? İnsan hiç mi merak
etmez? Neden hiç bana güzel bir şeyler söylemiyorsun? Müsait olunca arayacağım
dedin ancak altı saat sonra mı müsait olabiliyorsun?” Hızlı hızlı soruları
sıraladıktan sonra kısa bir nefes aldım ve “Ben bunlardan çok sıkıldım. Ben
bunları yaşamak istemiyorum. Güvenmekse güveniyorum işte, yalansızsa yalansız,
eğlenceyse eğlence… Ben Kerem’in benimle adı konmayan bir ilişkisi var diye gidip
başka bir kadınla da olacağını düşünmüyorum, öyle bir adam değil… Yani en
azından şimdilik… Eee neden illa bir adı olmak zorunda? Zaman gösterir benim
acelem yok”
Arkadaşım pür dikkat beni
dinlemişti. Dudaklarını ısırdı bir sağına bir soluna baktı. Belli ki kafasından
geçeni sormaya çekiniyordu. Onu gevşetmek için “Ne düşünüyorsun? Söyle
kızmayacağım” dedim.
Başını bana çevirdi ve aniden “Sen
bu çocuğa aşık mısın?” dedi.
Kala kalmıştım, sigaramın dumanı
boğazıma kaçtı ve öksürdüm. Bu hiç düşünmediğim bir konuydu. Aşık mıydım? Aşık
olmuş olabilir miydim? Hayır, dedim kendi kendime aşık değilim. Düşündüm.
Arkadaşım “Ne oldu? Neden cevap
vermiyorsun?” diye sordu.
“Düşünüyordum. Aşık olduğumu
sanmıyorum. Hayır, biz sadece birbirimizden hoşlanıyoruz.”
Arkadaşım “Aylin, sen hayatında kaç
kişiye bedenen bu kadar yaklaştın?” diye sordu.
Bozulmuştum. “Ben sana bu konu
hakkında bir şey söylediğimi hatırlamıyorum”
Sakince “Aylin, bir şey anlatmana
gerek yok. Çocuk değiliz gecenin bir yarısı evlere dönüyorsun. Yüzün çocuktan
bahsederken başka gülüyor. Arkadaşım, sen Murat’an hoşlandığını hatta sevdiğini
söylerken bile ona uzun saatler katlanamıyordun. Çocuk iki ay sırf seni
öpebilmek için önümüzde on takla attı yine başaramadı. Sen bunların farkında
mısın?” diye sordu.
Nettim cevabımı yapıştırdım. “Murat
yılışığın tekiydi. Nerede ne zaman ne yapması gerektiğini asla bilmiyordu.
Sadece zamanlamalar kötüydü. Adamlar istediğim kalitede değildi hepsi bu”
Başını sallayarak “Hepsi bu kadar
yani… Adamlar aradığın bilgi birikimine sahip değildi” dedi.
“Evet, değillerdi. Sanki herhangi
biriyle bir şey yaşasam ömrümün sonuna kadar kafese kapatılacakmışım gibi
hissediyordum.” Göbeğimi ovuşturdum ve kaba saba bir adam taklidi yaparak,
“Seviştiğimiz zaman sadece benim olacaksın. Ohhh Ohh çok güzel olacak. Amanın
ne kadar şanslı bir adamım ben, benim olacaksın” dedim.
Arkadaşım güldü. “İlahi Aylin,
alemsin ya”
“Ama öyle kızım. Ben evlenmek
istemiyorum. Yani en azından şu an için istemiyorum. Hem ayrıca seviştim diye
bir adamın dünyanın en kutsal şeyi elde ettiğini düşünmesini de istemiyorum. Bu kutsal bir şey değil. Ben sadece
hissedilmek, değer gördüğümden emin olmak, arzulanmak istiyorum ya… Seviştik
diye bir adam kendini niye iyi hissediyor? Yani tabi iyi hissetsin ama bunu bir
başarı olarak niye görsün? Komik ya...”
Arkadaşım sonunda ne demek
istediğimi anlamıştı. “Anladım. Sen sadece hissettiğin gibi yaşamak istiyorsun.
Birilerine keyif bağışlamak istemiyorsun. Çift taraflı anın büyüsüyle alınan
zevki yaşamak istiyorsun. Doğru haklısın, bundan önceki tüm adamlar büyük bir
başarı elde etmiş gibi hissederdi. Hepsini tanıyorum”
Rahatlamıştım ve “Heh! Sonunda
anlayabildin” dedim ama arkadaşımın karın ağrısı hala geçmemişti. Bir süre daha
kıvrandıktan sonra konuştu.
“Ama Aylin, senin anlattığın çocuk
çok sen gibi farkında mısın?”
Başımı iki yana salladım. “Hayır,
değil.”
Arkadaşım ısrar etti. “Aylin, sen
değil misin her canın sıkıldığında bir tarihi binanın gölgesine sığınan? Kızım gittiğimiz
her yerde bina inceliyorsun. Yahu gidip zevk için mimarlık konferanslarına
girip sonra gidip mimari tarzlar kitabı almadın mı?”
İtiraz ettim. “Tatlım, biz buna
genel kültür diyoruz.”
Dalga geçerek “He he tamam, Lizbon
da genel kültür” dedi.
“O başka bir olay. Tesadüfi şeylere
bakıp siz aynısınız demek çok saçma, bir kere hayata bakış açımız farklı”
Aylin dalga geçmeyi sürdürdü. “Evet,
hayata bakış açınız gerçekten farklı o yüzden ulu orta yerde insanların
düğünleriyle dalga geçiyordunuz.”
Sinirlenmiştim. “Sen saçma sapan
konuşmayı artık kessen ve ne demek istiyorsan açıkça söylesen artık nasıl olur?”
Omuzlarını silkip dudaklarını büktü.
“Ben bir şey demiyorum. Sadece dikkat et Aylin”
“Dikkat edecek bir şey yok. Offf
keşke sana bir şey anlatmasaydım.”
Masanın üzerine doğru eğilip bana
yaklaştı. “Sadece duygusal anlamda üzülmeni istemiyorum. Sağa
sola koşturmaktan sen kendini uzun zamandır dinlemiyorsun. Dur ve kendini dinle
diyorum.”
Bende ona doğru yaklaştım ve “Ben
ilk defa kendimi dinliyorum ve canım ne isterse onu yapıyorum. Keyfim yerinde
ve bana karşı yapılan herhangi bir saygısızlık hissetmediğim müddetçe de
keyfimin keyfini süreceğim” dedim.
Pes etmişti. “Tamam, konuyu
kapatıyorum.”
“Teşekkür ederim.”
Arkadaşımdan ayrıldığımda kendimi
boğulacak gibi hissediyordum. Canım sıkılmıştı, kaçasım vardı da kaçacak yerim
yoktu. Hayatımdaki her şeyi değiştirmek istiyordum. Arkadaşlarımı, evimi hatta
yaşadığım şehri, hatta ülkeyi, saçımı, kendimi, aynaya bakan yüzümü bile
değiştirmek istiyordum. Bir yerlere kaçmak ve orada sıfırdan yep yeni bir hayat
istiyordum. Artık eskiden tanıdığım hiçbir şeye tahammülüm kalmamıştı. Sonra
kaçış noktama sarıldım. Kaçış noktamı özlemiştim. Son birkaç gündür inanılmaz
kopuk bir sohbetimiz olmasına rağmen ve duruma biraz kırılmış olmama rağmen
Kerem’e onu görmek istediğimi yazdım. Kerem cevap verdi ve sonra buluşacağımız
günü kararlaştırdık.
Buluşacağımız güne kadar ona hiçbir
şey yazmamıştım çünkü son zamanlarda görüşme teklifi hep benden ona gidiyordu.
Sürekli olarak mesajlarıma cevap vermeyen, verse bile muhabbeti çabucak kesip
uzaklaşan o oluyordu. O yüzden buluşacağımız güne kadar bir daha onu aramadım.
Bir kez de o merak edip haber alsın benden diye bekledim.
Buluşacağımız gün geldiğindeyse hiç
sesi sedası çıkmadı. Sonunda aradım. Buluşacağımızı unuttuğunu çok fazla ani
gelişen olay olduğunu söyledi ve üstüne üstlük beni suçlayarak “İnsan arada hâl
hatır sorar. Bir hatırlatır tabi ki unuturum” dedi. Aman Allahlım! Karşımda
manipülasyoncu bir adam vardı!
“Benim mi aramam gerekiyordu?
Farkında mısın zaten seni özlediğini söyleyen ve buluşmak isteyen de bendim”
dedim.
Kerem, durumu hızla kabullenip
“Tamam o zaman yarın görüşelim. Ya da diğer gün” demeye başladı.
Sinirlenmiştim. Bir özür dile,
ekmişsin beni! Hayır, ekilmemişim bile keşke ekilsem, unutulmuşum. Bir kez özür
dileyince bitiyor mu? Bu ne saygısızlık? Hiç mi değerimiz yok? Ben
arkadaşlarıma bu şekilde davranamam, bir arkadaşımla buluşacağımı unutsam bin
kez özür diler gönlünü almaya çalışırım. Affetmezse hediyelerle falan giderim.
Bu normal insani bir iletişimdir ama bunları Kerem’e söylesem yine beni
manipüle etmeye çalışarak “Benden kimse bir şey beklemesin. Ben zaten neler
çekiyorum haberin var mı?” diyerek beni suçlamaya çalışacaktı. Onun vereceği
tepkileri artık öncesinde görebiliyordum. Benim ondan bir beklentim olduğunu
düşünecekti ve asla bunun bir beklenti meselesi değil sadece insanlık,
arkadaşlık iletişiminde kabalık olduğunu ona anlatamayacaktım.
Ona sadece “Bu saygısızlığını kabul
etmiyorum” demekle yetindim.
Kerem ise “Sana çözüm üretmeye
çalışıyorum ama sen basma kalıp hareket ediyorsun” dedi. Beynimden vurulmuşa
dönmüştüm. Şimdiyse tüm kadınlarla aynı kefeye koymuştu beni!
“Benim yerimde başka kadın olsa
acaba şu an sana neler saydırıyordu ne hakaretler ediyor ne triplere giriyordu.
Basma kalıpmış. Unutulduğum için sinirden küplere binmek basma kalıp bir
hareketmiş. Elbette ki her insan, eğer insansa unutulduğunu görünce sinirlenir.
Eğer insansa tabi!” demek istedim ama yine diyemedim. Sadece ona Daha fazla
onunla konuşmak istemediğimi söyledim ve sustum.
Kerem’i görseydim o an bir kaşık
suda boğabilirdim. Böyle dediğime bakmayın tek bir özür dilerim cümlesiyle de
hemen yelkenlerimi indirirdim. Ben özür dileyebilme cesareti ve güveni olan
insanlara dayanamıyorum. Hatasını gerçekten farkında olarak özür dileyen bir
insana karşı asla somurtamam. Hem zaten hatasını anlamış bir insana somurtmanın
da bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Hatasını anlamış işte daha ne yapacaksın
ki? Ayağından tavana mı asacaksın? Önemli olan tek şey hatanın tekrarlanmaması
ve bunu da zaten zaman gösterecektir. Kısaca dilenen özür içtense kabul edip,
bir daha aynı hatanın tekrarlanmamasını umut ederek affetmekten başka mantıklı
bir çözümde yok.
Kerem’le de aynen böyle oldu. Bir
kez özür diledi ve ben hemen peki dedim. Tartışmamızdan birkaç gece sonra
dışarı çıktık. Ona karşı nasıl hareket edeceğimi kestiremediğim bir
noktadaydım. Arabaya bindim ve o bana öyle bir sarıldı ki daha önce hiç öyle
sarılmamıştı. Sıcacıktı ve yüzünde muhteşem bir gülümseme vardı. Onu gerçekten
özlemiştim. Şaşkınlık içinde ona kala kalmıştım ve Kerem “Hani özlemiştin. Bu
kadar mıydı?” diye sordu.
Anlatamadım. Diyemedim. “İçinde
kafese kapattığın neşeli çocuğu ilk defa görüyorum. Şaşkınlığım bu yüzden”
diyemedim.
Beni öptü ve sonrasında “Hani
nerede? Özlemiştin, tutku yok” dedi.
Ah be adam! Tutkuyu serbest bıraksam
ulu orta kim durduracak beni? Ellerini sıkıca tutmak, gözlerine baktıktan sonra
dudaklarına dudaklarımı bastırmak, kollarının bana dolandığını hissetmek
istiyorum. Ellerinin bedenimin üzerindeki hareketlerini takip ederek, nefesini
nefesimde duymak istiyorum. Sana sadece sıkıca sarılmak değil, seninle bütün
olmak istiyorum. Bir bütün olmak ve sanki sen benim bir parçammışçasına
özlemimin içinde kaybolmak istiyorum. İçimde alev almış bir canavar var.
Nasıl diyeyim ben sana bunları? İçime
gelip aniden körüklenen ve seni gördüğümde sürekli ortaya çıkmaya çalışan bu
canavarı ben tanımıyorum ki sana nasıl anlatayım?
Sahilde arabadan inip yürümeye
başladığımızda beni daha önce hiç öpmediği kadar içten öptü, belki de ruhuna
dokunduğumu hissettiğim tek andı. Yüzü çok aydınlıktı, ilk defa mutlu gibi
görünüyordu. Elimi tutuşu, yürümesi, bakışları farklıydı. Sonradan çok düşündüm
acaba bana mı farklı gelmişti? Ben mi farklı görmek istemiştim diye ama hiç
sanmıyorum gerçekten farklıydı. Yürürken bana sarılması farklıydı, bu yeniydi…
Sonra beni elimden tuttu ve dans edermişçesine döndürdü. Kaldırımın köşesinde
ben kaldırım üstedeydim o ise aşağıdaydı, boylarımız denkleşmişti. Onu kendime
çektim ilk defa, ilk defa onu tüm benliğimde hissederek öptüm. O kadar
sevimliydi ki bunun tarifi yok. Kelimelerle ifade edebileceğim bir an değildi.
Normalde hep dimdik ve gergin bir
yürüyüşü olurdu ama o gece sanki dans ediyor gibi yürüyordu. O gece ilk defa
ona… İlk defa o gece kalbimin delice çarptığını hissettim. Kalbimin artık
yerinde olup olmadığını bile bilmiyordum ve bir anda sanki bana orada olduğunu
hissettirdi. Kalbim “Bak hala atıyorum. Hala içerdeyim” dedi. Kalbim yerinden
fırlamak üzereydi sanki Kerem’i ilk kez görüyor gibiydim.
Kalbim bana fısıldadı
- Gözünde belki de milyon kez
canlandırdığın hayallerini hep gerçek dünyada aradın. Bulduğun tek şey ise sana
hayal kırıklıkları veren insanlar oldu. Şimdiyse hiç hayal kurmadan, sadece
hayatın akışını yaşarken bu adam sana tüm sıcaklığıyla gülümsüyor. Onu
kaybedeceğini bilerek, onun sevimli gülümsemesinin sana ait olmadığını bilerek,
kabinin atışlarını dinliyorsun. Yıllardır derinlere gömdüğün ve kimseler için
çıkartmadığın kalbin şimdi dışarı çıktı. Beynin, mantığın ve kalbin büyük bir
savaşa tutuşacak. Saçmalayacaksın, bocalayacaksın ve düşeceksin. Yıllardır
düşmemek için direndin ama artık düşme vakti. Hislerini, inançlarını, güvenini
kaybetmemek için hayata karşı hep umudunu yaşattın. Lakin ben kalbin, gömdüğün
derinliklerden bu gece dışarı çıktım. Seni düşürmek için… Çünkü düşmen gerek.
Düşmenin vakti çoktan geldi de geçiyor.
Mantığım kalbime haykırdı.
-Biliyorum. Beni çok zorladın.
Haklıydılar. Hep dim dik durdum, sandım ki… Sandım ki sadece kendimi korursam
ve mücadeleyi asla bırakmazsam sen doğru zamanda gömdüğüm yerden çıkarsın.
Doğru kişiyi gördüğünde gün yüzüne çıkarsın sandım. Ama çok yanlış zamanda
dışarı çıkıyorsun. Beni, mantığı öldürmeye çalışıyorsun. Ölmem mümkün değil! Bu
sadece Aylin’i hissizleştirir! Aylin’e de bana da kendine de zarar vereceksin!
Bu yorgun kalpli ama sevimli suratlı adama karşı hiç gün yüzüne çıkmamalıydın.
Kalp! Kalp sen bizi uzun sürecek bir hissizliğe mahkûm etmek istiyorsun. Yapma!
Kalbimi de mantığımı da susturmaya
çalıştım. Başaramayınca Kerem’i dinledim. Dakikalarca Portekiz’i sordum ona ve
o da anlattı. O anlatırken içimden sürekli bir şeyler kopuyordu. Güneş doğacak
Kerem gidecek ve ben renksiz hayatıma geri dönecektim.
Kerem’e beni nasıl unuttuğunu
sordum. Telefondaki açıklamalarından daha farklı bir şeyler söylemedi. “Peki”
dedim.
Şaşırmıştı “Bu kadar mı? Ben daha
çok kızarsın sanmıştım ama ucuz atlattım sanırım” dedi.
“Boş versene. Özür diledin işte bir
daha yapmazsın olur biter. Uzatmanın bir anlamı yok” diyerek karşılık verdim.
Sonra ona mesajlarıma cevap vermediğinde gerçekten kırıldığımı söyledim ve onun
dışında hiç kimsenin bilmediği bir sosyal medya hesabımla artık onu takip
etmediğimi söyledim. “Neden yaptın bunu?” diye sordu.
Açıkladım. “Sana kızmıştım ama
söyleyemedim. Kendi hesaplarımdan da takibini bırakmaya kıyamadım. Hıncımı
bununla aldım”
“Takip et hemen” dedi ve
telefonumdan kendi hesabını takip etti.
Gülümseyerek izledim onu ve içimden
diledim, umarım bir gün gerçekten seni silmem.
Kendi kendine söylenerek “Ben ne
zaman senin mesajına cevap vermemişim ki?” dedi ve telefonunu çıkarttı. Tam
instagramda mesaj kutusunu açacaktı ki bir an tereddüt etti.
Hızla telefonumu aldım elime ve
“Bırak ben gösteririm sana mesajları” dedim. Ne yaptığımı fark etmeden direkt
telefonunu bırakıp benim mesaj kutuma odaklandı.
Evet, sevgili okuyucum seni
duyabiliyorum. Mesaj kutusunu açmaya tereddüt ettiyse onun neden açmasını
engelledim. Onu neden o zor durumdan kurtardım? Çok basit. O gece bitsin
istemedim. Huzursuz olacaktım, onu huzursuz edecektim çünkü çoktan hem onu sevdiğimi
hem de onu kaybedeceğimi anlamıştım. Kaybedişimi hızlandırmanın bir anlamı
olmayacaktı. O gece ben sadece ona odaklanmak istedim. Büyü bozulsun istemedim.
Tek bir gecemiz vardı hissetmiştim. Sonradan ya o kaçacaktı ya da ben
yaralanacağımı anlayıp kaçacaktım. Ama sonradan yanıldığımı anladım. Meğer ben
çoktan yaralanmadan kaçacağım sınırı aşmışım ve bunu fark etmemişim.
Mesajları inceledi. “Her mesajına
cevap vermişim” dedi ama gerçeği biliyordu. Israr etmedim. Onun sıcacık sesini,
yumuşacık ellerini ve kollarını bana dolamasını hissedebildiğim kadar
hissettim.
Birkaç saat daha oturduk. Otururken
bir anda ellerimi öptü, sonra yanağıma öpücükler kondurdu. Ve o yanağıma
öpücükler kondururken garson dakikalardır getirmediği siparişimizi getirip pat
diye önümüze bıraktı. İkimizde şok olmuştuk. Güldük. O öpüşler dürtülerden uzak
sadece çocukça bir dokunuştu. Dedim ya ilk defa Kerem’in içindeki o neşeli
çocuğu o gece görmüştüm.
Mekândan çıktık yürürken “Topuklu
giyinsen sana daha rahat sarılırdım” dedi.
“Duyanda bir elli boyum var sanacak”
dedim. Arabaya bindik, saat geç olmuştu. “Seni eve bırakayım mı?” diye sordu.
“Eve gitmek istemiyorum ama sen
yorgunsan bırak” dedim.
“Ben senin için sordum. Ben iyiyim
ama sen çalıştın. Yorulmuş olabilirsin diye sordum” diyerek karşılık verdi.
“İstemiyorum. Sahilde bir yerde dur.
Bir yerlere gitmemiz şart değil. Sahilde yürürüz” dedim.
Arabayı karanlıkta durdurdu. “Sana
hediyelerini vereyim. Unutmayalım” dedi ve üç küçük hediyeyi bana verdi.
Ondan bana Lizbon kokan bir hediye
getirmesini istemiştim ama kendisinin Lizbon’un kokusuyla bana geleceğini hiç düşünmemiştim.
Hediyeler değildi bana Lizbon’un kokusunu getiren, Kerem’di. O bana ait
değildi. Onu o an sevdiğimi öğrense arkasına bakmadan kaçacaktı biliyordum. Kalbimin
atışlarını o an duyabilseydi ve ben biraz olsun ona bunu hissettirseydim
kaçacaktı. Hakuna matatayı bile elimden alıp çok uzaklara gidecekti.
Arka koltuğa geçtik. Zincirlerim
yoktu, her şey serbestti. Ne hissediyorsam onu yaşamak istiyordum ama bir türlü
olmadı. Koca arabada bagaja kadar taşmamıza rağmen rahat edemedik. Gülmeye
başladım. Gıcık olmuştu. “Neden gülüyorsun?”
“Hiç. Yapacak bir şey yok.
Sığamadık. En azından ikimizden birinin evi olsa daha rahat ederdik” dedim.
“Ev var. Kimse yok. Gidebiliriz”
dedi.
Gülümsedim ve “Olmaz. Yarın iş var.
Evin çok uzak. Beni tekrardan evime bırakman gerekir ve saatte geç olur
yorulursun” dedikten sonra ekledim. “Tatile gidelim. Ne dersin bir hafta sonu
çıkıp bir yerlere gidelim mi?”
“Olur. Tatile de gideriz ama şimdi
eve de gidebiliriz” diye tepki verdikten sonra hemen hareketlendi ve “Aylin,
seni bırakırım. Hadi kalk gidiyoruz” dedi.
Arka koltuktaydım ve Kerem hızla
arabayı sürüyordu. Vaktimiz kısıtlıydı zamanın yolda geçmesini ikimizde
istemiyorduk. Arka koltuktaydım ve ona sarılıyordum.
Eve geldiğimizde kaçaklar gibi
girdik içeriye. Hızlıydık durmak istemiyordum. Onu istiyordum sadece onu
istiyordum. Tatile gidelim demiştim ama artık hiçbir şey zerre umurumda
değildi. Sadece kalbimin yaşamamı istediği şeyi yaşamak istiyordum. Ne bugün ne
yarın hiçbir şey önemli değildi. O an ben sadece Kerem’i istedim. Onunla bir
bütün olmak istedim. Birkaç saatliğine onu ödünç alacaktım ve sonra yine eğer o
isterse bırakırdım.
Sonra birdenbire durdu, “Tatile
gideceğiz” dedi. Tam da durmasının sırasıydı! Gidemeyebilirdik hissediyordum.
İkimizden biri kaçacaktı ama yine de bir umut, belki onu yeniden görürüm umuduyla
durmasına itiraz etmedim.
Üstümüzü giyindikten sonra balkona
sigara içmeye çıktığımızda “Kerem, neden canın sıkıldığında beni aramıyorsun?
Madem ikimizde birbirimizin kaçış noktasıyız o zaman ara beni ve ben de seni
arayayım. Sıkıldığımızda da o sıkıntıyı atmak hakuna matatanın görevi değil mi?
Bunu kullanalım” dedim.
Kısa süre gözlerini kısıp
düşündükten sonra “Olabilir. Mümkün,” dedi.
Ben ona hakuna matatanın görevinden
bahsetmiştim ama aslında sesini daha sık duymak istiyorum, demek istemiştim.
Aslında, bana bak Aslan Kral artık krallığının başına geçme vaktin geldi demek
istiyordum. Krallık sensiz kaybolmuş durumda, yitik durumda artık hakuna
matataya veda et demek istedim ama diyemedim.
Sessizce balkonda otururken bana ne
düşündüğümü sordu. Söyleyemedim. “Seninle ben ne yapacağım? Şimdi kaçsam çok mu
geç kaldım acaba?” diye düşünüyorum diyemedim. O an masadan kalkıp ona sımsıkı
sarılmak istedim ama onu bile yapamadım. İçimde fırtınalar kopuyordu fakat onun
gördüğü sadece donuk donuk oturan Aylin’di.
Ondan bir şeyler beklemeye hakkım
yoktu. Ama ben mantığımı dinlerken kalbimin de pat diye kendisini ortaya
atabileceğini hiç hesaba katmamıştım ki benim de bir suçum yoktu. İlk defa
önünü ardını hiç düşünmeden hareket etmek istemiştim. Sadece ‘keyfim öyle
istedi öyle yaptım’ demek istemiştim fakat işler kontrolümden çıkmıştı. Bu
yaştan sonra da bir adama “hadi gel beni sev” diyemezdim.
Beni eve götürecek sonra işe
bırakacaktı ve güneşin doğuşunu beklerken koltukta uzandık. Onun suratını son
görüşüm olabileceğini düşünerek uzun uzun karanlıkta inceledim. İçindeki küçük
çocuğu en azından bir defalığına görebilmiştim.
Kerem sessizliği bozdu ve “Tatile
nereye gitsek acaba diye düşünüyorum” dedi.
Başımı salladım ve “Bilemem, benim
için fark etmez. Seninle vakit geçirelim yeter” dedi.
Bir iki hafta işleri olduğunu.
Arkadaşlarının sırayla evlendiğini birazcık tatilin ertelenebileceğini söyledi.
Konuştuk. İşlerini halledecek, boşa çıkacak ve tatile gidebilecektik. Onunla
tatile gitmeyi istiyordum, deli gibi istiyordum. Uyuduğunda, uyandığında, yemek
yediğinde nasıl oluyordu onu görmek istiyordum. Her şeyden önemlisiyse onunla
bir bütün olmak için yanıp tutuşuyordum. Onu tarifsiz bir tutkuyla
arzuluyordum. Aylardır içimde ona karşı türlü türlü terbiyesiz fanteziler kuran,
arzuların kölesi olmuş canavar dışarıya çıkmayı sabırsızlıkla bekliyordu.
Sonra birdenbire bana “Her şeyi çok
düşünüyorsun. Yapma bunu… Senin kan tahlillerin ne durumda?” diye sordu.
“Nasıl yani Kerem? Nereden geldi
şimdi bunlar aklına”
“Sadece merak ettim. Doktora
gittiğini yazmıştın. Sonuçlar nasıldı?”
Gülümsedim. “İyiyim. Kan tahlillerim
kendimi toparladığım yönünde güzel gelişmeler gösteriyor. İşler iyi,
hayallerime yaklaştım. Sen de problem yaratmazsan ortada hiçbir sorun
kalmayacak”
Kerem ciddiyetini bozmadan
“İnternette vardır. Kan tahlillerini bana göster bakim” dedi ve resmen beni
ittirip ayağa kalktı. Hiç üşenmeden gitti çantamı aldı ve telefonumu bana
getirip “Aç hadi” dedi.
Şaşırmıştım. Bir anda bu kadar
ilgilenmesi ne anlama geliyordu ki? Bu beni alıştırmadığı bir özelliğiydi ve
ben onun benimle asla bu kadar ilgilenebileceğini düşünmemiştim. “Sen ciddisin”
dedim.
Ciddiyetle “Evet, çok ciddiyim hadi
aç” dedi. Telefondan zar zor bulup tahlil sonuçlarımı açtım. Baksın ve bıraksın
diye bekliyordum ama inceledi de inceledi. O tahlil sonuçlarını incelerken ben
onun gözlerine bakıyordum. Onun dikkatle ve ciddiyetle gerilmiş kusursuz
suratına bakarken birdenbire aklıma geldi. Daha önceden doktor bir çocukla kısa
süreliğine flört etmiştim ve bir kez bile tahlil sonuçlarımı görmek
istememişti. Üstelik yüzlerce tatlı sözcük dudaklarından dökülürken ve beni ne
kadar çok sevip değer verdiğini söylerken bir kez bile tahlillerime bakmak
istememişti. Kerem’se bir kez bile bana beni sevdiğini sözcüklerle
söylememişti. İnsan sevdiğini hareketlerle belli eder cümlesi tam olarak bu
muydu?
Kerem, uzun uzun inceledikten sonra
“Çok önemli bir şey kalmamış gibi görünüyor” dedi.
Tedavime devam ettiğim konusunda
yalan söyledim. “Evet, tüm vitaminlerimi eksiksiz alıyorum. İyiyim ve tek
ihtiyacım olan çevremde bana iyi hissettirecek daha çok şey olması.”
Telefonumu geri verdi derin bir
nefes alıp beni kendine doğru çekip sarıldı, gözlerini kapatıp “Senin daha az
düşünmeni sağlamalıyız” dedi ve sustu.
Koltukta uyuya kalmıştım. Sessizce
“Aylin” demesiyle uyandım. Sabah olmuştu, gitme vakti gelmişti. Kerem hiçbir
şeyin farkında değildi ve yorgundu, bıkkınlığı üstündeydi. Bense son saatlerimi
uyuyarak boşa harcadığım için kendime delicesine kızıyordum.
Evden çıktık. Kilometrelerce yoldan
sonra benim evime geldik, üstümü değiştirdim ve beni iş yerime götürdü. Kerem
haklı olarak trafikten şikayetçiydi bense içimden yol biraz daha uzun sürse de
biraz daha yanında kalabilsem diye geçiriyordum. İş yerinin önüne geldiğimizde
onu öptüm ve sonra tekrar öptüm ve tekrar öptüm. Onu her defasında son kezmiş
gibi öpüyordum ama bu defa gerçek bir son olacağını hissetmiştim.
İş yerinde tüm günüm onu merak
etmekle geçmişti çünkü Kerem’de o gün uzun yola çıkacaktı ve yorgundu. İyi
araba kullandığını biliyordum ama yine de huzursuzdum. Sonra beklenen haberler
geldi, iyiydi. İyi olduğunu öğrendiğimde ancak rahatlayabilmiştim.
Sonraki günlerde onu daha sık dürter
oldum. Onu daha fazla merak etmeye başlamıştım. İyi miydi? İyi hissediyor
muydu? Canı yine sıkılıyor muydu? Canı sıkılınca ne yapıyordu? Gittiği yerde
kafasını dağıtmasına yardımcı olabilecek arkadaşları var mıydı? Dans etmeyi
seviyordu, umarım dans edip kafasını dağıtabilecek imkânı vardır. Kafesinden
başını çıkartıp neşeli çocuğu gülümserken görmüştüm umarım onu tekrar kafese
kapatıp, canını sıkıp geri dönmez. Bunu kendim için değil Kerem için istiyorum.
Eski haline dönmeyi hak ediyor. Bana diyor ama asıl gereksiz yere kendini
hırpalayıp duran kendisi ve umarım yine hırpalamıyordur. Keşke benimle konuşsa
ve birlikte asbeste bulansak.
Günlerdir hep arayan ya da soran ben
oluyordum bir süre sonra bu durum beni rahatsız etmeye başlamıştı. Sonra bir
cumartesi gecesi yine dayanamayıp ona yazdım. Cevap gelmedi. Sabah uyandığımda
gördüm mesajını “Dün erken uyumuştum.”
Merak etmiştim sordum. “Neden? Bir
sorun mu var? İyi misin?”
“İyiyim sadece denizin son gününü
kaçırmak istemedim” diye karşılık verdi.
Tam İstanbul’a dönüyor musun?
Denizin keyfini çıkart gibi yine saf salak cümleler yazıp göndermiştim ki saçma
salak bir hal aldığımı fark ettim. Tanınmaz halde ilerliyordum. Adam bir kez
bile merak etmeyi geçtim laf olsun diye bile “Hey ne yapıyorsun? Sen nasılsın?”
dememişti. İnsan sıradan yoldan geçen kişiye bile sen nasılsın diye sorar ama
bu adam bana bir sen nasılsın sorusunu layık görmüyordu. Tüm yazdıklarımı
sildim. Tepki vermedi. Sonra bekledim, bekledim ve bekledim. Hala tepki yoktu. Ne
zaman ona kızsam ‘ya sen aramasan ben arayacaktım zaten! Sen demesen ben hediye
alacaktım zaten’ gibi cümleler kuruyordu. Madem öyle bu defa ben bekleyecektim.
Görecektik arayacak mıydı? Yoksa gitmemi mi bekliyordu? Eğer gitmemi bekliyorsa
gidecektim. Onu seviyordum, hiçbir şey beklemiyordum ve eğer sevdiğim adam
kendini benim yokluğumda daha huzurlu hissedecekse bunu ona verecektim.
Birkaç saat sonra İstanbul’da
olduğunu gördüm. Nasıl mı? Tabi ki tanıştığımız arkadaşlık uygulamasındaki
konum bilgisi sayesinde gördüm. Tanıştığımız ilk andan itibaren her gittiği
yerden o salak uygulamaya girmeye devam etti. Tamam, ben de giriyordum ama
genellikle ona bakmak için ve arkadaşlarıma uygulamayı göstermek için
giriyordum. Onun gibi her gittiğim yerde mutlaka uygulamayı açmıyordum. Hatta
ve hatta instagram hesabımı o salak arkadaşlık uygulamasına bağlamayı aklımın
ucundan bile geçirmemiştim ama Kerem Beyimiz instagramını bile o salak
uygulamaya bağlamıştı. Üstelik bunu benimle tanıştıktan sonra yapmıştı. Şimdi
anlamaya başladınız mı Aslan Kral hikayesi neden ‘Çok Sevgili Bazı Sahte
Gerçekler’ adlı bu romanda?
Kerem’in İstanbul’da olduğunu gördükten
sonra yine kendimi sakinleştireceğim ve beynimin içinde olumlu düşünebileceğim
şeyler buldum. Kerem’i görmek istiyordum ve bunun dışında başka bir şey
düşünmedim. Dayanamadım ve bunu ona yazdım. Mesajlarımı silmiş ve birkaç saat
önce posta koymuşken, yüzsüzce ona duygularıma yenik düşerek mesaj attım. “Seni
görmek istiyorum. Geçerken bana da uğrasana” Bu onun İstanbul’da olduğunu
bildiğim anlamına geliyordu ve sanırım bunu nereden öğrendiğimi de tahmin
etmiştir. Ama düşünmedim, neyi anlayıp anlamadığı, benim için ne düşündüğü veya
düşüneceği umurumda değildi.
Kalbimin sesini bastıramıyordum.
Beynim, mantığım ayrı yerden kalbim ayrı yerden beni çekiştirip duruyordu.
Mantığımı dinlediğimde ona hak veriyordum. Kalbimi dinlediğimdeyse kalbime hak
veriyordum. Ben geç kalmıştım. Bu defa zamanlamayı tutturamamıştım fazla
oyalanmıştım ve kaçmak için çok geç kalmıştım. Onu bir görsem anlayacaktım.
Kalbimin peşinden mi yoksa mantığımın peşinden mi gitmeliyim anlayacaktım. Bir saatçik
kahve molası yeterdi. Yüzünü görsem rahatlayacaktım ama Kerem cevap vermedi.
Bekledim birkaç saat ve yine cevap gelmedi. Sonunda yazdığım son mesajı da
sildim.
Yapamayacaktım. Yorulmuştum bu işin
böyle olacağı belliydi, Kerem’de hafif bir manipülasyoncu taraf vardı ve ben
onun o tarafıyla karşılaşmadan kaçmam gerektiğini biliyordum. Hem kimden ne
istiyordum ki? Bir “Nasılsın cümlesini?” kuramayan birinden bahsediyorum.
Kendime defalarca tekrarladım. Bu sana yapılan bir saygısızlık. Tamam,
birbirinizden hiçbir beklentiniz olmayabilir ama sonuç olarak akıştasınız. Her
şeyi geçtim hiç mi özel bir an paylaştığını hissetmedin benimle? Salak gibi sadece
ben mi hissettim? Tatile gidecektik biz ne olacak? Ben bir sürü iç çamaşırı
alışverişi yapmışım arzuların kölesi canavar yine mi gömülü kalacak? İnsan
manava girse “merhaba nasılsınız?” der. Ben bu kadar mı değersizim? Bana
herhangi birinin bu saygısızlığı yapması ve kendimi değersiz hissettirmesine
müsaade edecek karakterde biri değilim.
İçimde bir sürü çatışma yaşıyordum.
Kendi hayatımın sorunları yetmezmiş gibi bir de kalbim ile mantığım arasında
sıkışıp kalmıştım. Sonunda meseleleri gereksiz büyütmemeye karar verdim ve
sadece beklemeye başladım. Ertesi gün oldu. Uzun zamandır görüşmediğim bir
arkadaşımla akşam yemeğe çıktık ama yemek mi beni yedi yoksa ben mi yemeği
yedim hiç bilmiyorum. Resmen içim sıkılıyordu. Eve geldim ve hala sesi soluğu
çıkmayan Kerem’in instagram profiline girdim ve gördüm.
Kerem’in instagram hikayesini
gördüğümde kalbim acıdı. Kendimi b*k gibi hissettim. Hem samimi sıcacık ve duyarlı
hem de delicesine vurdumduymaz ve sahte miydi? Onun hakkında yanılmış mıydım? Bu
kadar düşüncesizlik fazlaydı. Bu kadarı benim karakterime bir hakarete
giriyordu ve ben bu oyunu sürdürmeye hiç niyetli değildim.
Hikayesindeki fotoğrafta Kerem ve
kuzeni Buika konserindeydi. Hatırladınız mı? Hikayemizin ortalarında Kerem ile
yemek yediğimiz yerin karşısındaki duvarda Buika’nın konser afişini görmüş ve
Kerem’e konsere birlikte gidelim mi demeyi düşünmüş lakin diyememiştim.
Hatırladınız mı? Her defasında onu bir yerlere gidelim mi diye çağıran kişi ben
olduğum için bir kez de onun bir şeyler teklif etmesini beklemiştim.
Birbirimizin müzik zevklerini ve ne
tür şeylerden hoşlandığımızı az çok biliyorduk. Hele ki oturup birlikte Elvis
Costello ile Charles Aznavour dinlemişliğimiz varken ne tür şarkıcılardan
hoşlandığımı bilmemesi mümkün değildi. Hani konser arkadaşıydık biz? Hani yalnız hissettiğimizde birlikte eğlenecektik, bir konsere,
bir müzeye, bir filme gidecektik ne oldu?
Ben isteklerimi açıkça Kerem’e
söylemiştim. “Akışa bırak ve sadece yaşayalım” demiştim, susmuştu. Kerem ise
bana konser, müzik, eğlence falan filan sıralamıştı, ben de susmuştum. Eeee
Kerem Bey, davet ettiğim film teklifimi de reddetmiş ve sonrasında yeni bir
teklifle bana gelmemişti. Sonra yine ben, çağırmıştım da görüşmüştük. O zaman
ben ne oluyordum? Değersiz yoldan geçen herhangi biri mi? Sanki sessizlikteki
huzuru dinleyip o özel anı paylaşmamış birbirine yabancı sıradan insanlar
mıydık?
Beni daha önce bu kadar değersiz
hissettiren olmamıştı. Kendimi sanki fuck buddy olma yolunda ilerliyor gibi
hissetmiştim. Çünkü Kerem bu işi tamamen o noktaya taşımayı başarmıştı.
Bilmiyorum belki de bilerek yapmıştı bunu? Artık onunla ilgili hiçbir şeyden
emin olamıyordum. Anlattığı her şey samimi gelmişti ama artık gelmiyordu. Çünkü
o samimi insan böyle yapmazdı, onu öyle tanımamıştım. Artık emin olduğum tek bir
şey vardı, mesajlarıma asla cevap vermeyip bir de üstüne benim ona gitmeyi
teklif dahi edemediğim konserde çıkması bana yapılmış bir saygısızlıktı.
Gitme vaktim gelmişti. Gitmemi
bekliyordu ve bunu da bana söyleyecek cesareti yoktu. Bir iletişimi başlatmaya
cesareti vardı, ona “yara bandın olamam” dediğim halde iletişimi başlatmaya
cesareti vardı ama iletişimi sonlandırmaya cesareti yoktu. Bir korkak gibi
hareket etmişti. Oysa benimle konuşsa ne diyecektim ki ona? Ne diyebilirdim?
Beni hiç mi tanımamıştı? Tanımamıştı! Hiç kimseye olmadığım kadar açık olmuştum
ona ve o bunu görmemişti. Gitmemi bekliyordu ve o zaman ben de gidecektim. Sinirle
telefonumu elime aldım ve tüm sosyal medya hesaplarımdan anında onu sildim. Hiç
düşünmemiştim. Gitmemi isteyen bir adamı rahatsız etmenin bir anlamı yoktu.
Silmiştim ama içim soğumuyordu. Ne hareketlerine ne düşüncesizliğine hiçbirine
benimle konuşamaması kadar kızmamıştım.
Her yerden silmiştim ama bana yazdığı anda
koşarak ona gitme ihtimalim vardı. Silmiştim ama o bana yazmasa bile tekrardan
ona koşarak gitme ihtimalim vardı çünkü kalbim sürekli mantığıma yumruk üstüne
yumruk atıyordu. Mantığım neredeyse pes etmek üzereydi. Mantığımı kurtarmak
zorundaydım. Harekete geçtim ve sosyal medya hesaplarımdan sitem dolu
paylaşımlar yaptım. Kızgınlıklarımı, öfkemi yazardım hep ama bu defa bir ilki
yaşıyordum. Özel hayatı hakkında ser verip sır vermeyen Aylin aleni şekilde
sitemlerini yayınlamıştı. Bunu yaptım çünkü tüm ihtimalleri ortadan
kaldırmalıydım. Sosyal medya hesaplarıma yazarsam geri dönmeye cesaretim
olmazdı, yazarsam o bir daha beni aramazdı. Bana ait olmayan bir adamı tekrar
rahatsız etmemek için, mantığımın yenik düşmemesi için yaptım, yazdım.
Şimdi sevgili okuyucularım sizlere
Buika ile ilgili bir hikayemi anlatmak istiyorum sonra yine Aslan Kral’a
döneriz. Üniversite yıllarımda yurtta kalırken İstanbul hasreti çekiyordum.
Buika’nın belki de ilk İstanbul’a gelişiydi emin olamıyorum ama duymuştum
konser verecekti. İsyanlardaydım, konseri kaçırıyordum ve ben deliye dönmüştüm.
Yurtta gece yarısı odama sığamadım ve aşağıya güvenliğin yanına indim. Muhabbet
etmeye başladık ve bir süre sonra benim canımın sıkkın olduğunu anlayınca tatlı
Karadeniz şivesiyle sordu. “Senin ne derdin var?”
“Evimi özledim abla, keşke evde
olsaydım. Üstelik bu gece çok sevdiğim bir şarkıcının da konseri var. Bergüzar Korel
ile Halit Ergenç bile konsere gitmiş internette gördüm. Ben burada kaldım.”
Neşeyle “Oyyy! Dert ettiğin şeye
bak. Evin orada tatilde gideceksin. Konseri de salla, mezun olduğunda bol bol
gidersin” dedi.
Asık suratla cevapladım. “Heee
Buika’da sık sık geliyor zaten”
“O kimdur?” diye sordu.
Önündeki bilgisayara uzandım ve
Buika’nın No Habra Nadie En El Mundo şarkısını açtım. Buika’yı ilk gördüğü anda
“Ay ne çirkin kadın” dedi ve sonra şarkı bitene kadar sessizce dinledi. Şarkı
bittiğindeyse kendisi yeniden şarkıyı açtı ve yine o tatlı şivesiyle “Allah ne
büyük görüyor musun? Kadın çirkinlikten ölecek ama sesindeki huzur paha
biçilemez” dedi.
Şaşırmıştım çünkü onun Bukia’yı
hissedebileceğini hiç düşünmemiştim. Ağlamaya başladım. Bana sarılıp “Ben
biliyorum, senin derdin şu çocuk… O salağı bırak. Bak ben sana bir şey
söyleyeyim mi? İstanbul’a mezun olup gittiğinde bu kadının konserine sevgini
hak eden bir adamla gideceksin. Eminim o yüzden şimdi üzülme” dedi. Çok sevgili
yurt güvenliğimin bahsettiği çocuksa bir başka aslandı. O çocukta aslan
burcuydu ama asla Aslan Kral olamadı. Kimsenin Aslan Kral olabileceğini de
sanmam.
Güvenlikle yaptığımız o sohbetten
sonra ne mi oldu? Tüm yurt aylarca Buika dinledi. Güvenlik ablamız Buika’dan
vazgeçemedi ve kızlar yurda girip çıktıkça Buika’yı duydular. Sonrasında da tüm
yurtta yıl boyunca koridorlarda dolaşırken, özellikle geceleri odalardan ara
ara Buika’nın sesinin geldiğini duydum.
Ben Buika konserine hiç gidemedim.
İçimde bir yerde sevdiğim bir adamla gitme arzusu hep var olmuştu ama bir adamı
da bekleyerek konsere gitmemezlik yapmadım. Hatta bir keresinde konser haberini
aldığımda kısa süreli sevgilim vardı ve “Ben konsere gidelim mi?” dediğimde “Ay
ben o tarz şeyler dinleyemiyorum” dedi. Anında o gün bir daha görüşmemek üzere
ayrıldım kendisinden çünkü zaten çok yeniydi yapabilirdim. Bir başka konserde
de arkadaş bulamadım. Sonrasında da vazgeçtim. Sonuncusundaysa Kerem vardı
onunla gitmek isterdim ama o da beni hiç umursamadığı için aklının ucuna bile
gelmemişim. Bir daha da Buika dinleyebileceğimi hiç sanmıyorum. Özür dilerim
Buika ama artık seni dinlemeyeceğim.
Günler geçiyordu. Hayatımda
işlerimle ilgili uzun zamandır beklediğim güzel gelişmeler yaşanıyordu.
Hayallerimi gerçekleştirmiştim ama hiçbir şey hissetmiyordum. En mutlu olmam
gereken günlerde tamamen hissizleşmiştim. Kalbim kazanmıştı, tüm çabama rağmen
mantığım düşmüştü, ben düşmüştüm. İşe gidip geliyordum ve hayallerimin
gerçekleşmiş haliyle ilgileniyordum ama ben yoktum. Ne gittiğim yerlere aittim
ne de kendime, gün ortasında çalışırken birdenbire göğsüm sıkışıyordu. Aniden
ayağa fırlayıp “Yeter! Ben gidiyorum” diye bağırıp bilgisayarımı, telefonumu
kırmak, kimseye tek kelime etmeden herkesi terk etmek istiyordum. Kendimi içine
düşürdüğüm durum yüzünden, yeterince güçlü olmayışım yüzünden, bile bile lades
demem yüzünden kendimden nefret ediyordum.
Salaklık yapmıştım. Kerem’de
salaklık yapmıştı. İkimizde salak gibi her şeyi konuşup hiçbir haltı fark
etmeyen salaklardık. Hadi ben kendimin farkında değildim, sen neden fark
etmedin? Hadi ben gidemiyordum sen niye işler senin istediğin çizgiden çıktığında
gitmedin?
Boş kaldığım her an Kerem ile olan
tüm konuşmalarımızı baştan aşağı düşündüğümde inanılmaz salaklıklarımızı fark
etmiştim. Ben kendi ağzımla itiraf etmişim âşık olduğumu ve ne ben duymuşum ne
de Kerem duymuş. Kerem kendi ağzıyla onu sevdiğimi söylemiş ve ne ben duymuşum
ne de o duymuş. İkimizin aklı neredeydi?
Bir sohbetimiz esnasında Kerem bana
“Nasıl âşık olursun?” diye sormuştu.
Ben hiç düşünmeden “Bu konu üstünde
hiç düşünmedim ama genelde hep ilk görüşte oluyor. İlk konuşmada ve sohbette
hissediyorsam o sıcak duyguyu devam ediyor. İlk anda olmazsa sonradan olma gibi
bir durumum olmuyor” demiş ve sonra sormuştum. “Sen nasıl aşık oluyorsun?”
O da düşünmeden cevap vermişti. “Ben
ilk görüşte aşık olamıyorum. Bir insanı tanıdıkça seviyor ve aşık oluyorum”
Konuşmuştuk işte! Benim durumum daha
en başından belliymiş söylemişim. Neden ikimizde salak gibi anlamamışız. Ben,
‘bundan sonra kafama ne eserse, rüzgar beni nereye götürürse oraya gideceğim’
felsefesini hayatıma yansıtmaya o kadar odaklanmışım ki kendimi görmemişim.
Kendimi unutmuşum. Otuzundan sonra bir insanın huyu değişir mi salak Aylin?
Bir başka konuşmamız da beynimde
şimşekler çakmasına neden olmuştu. Kerem bana neden uzun süreli bir ilişkimin
olmadığını sormuştu. Bu konu üzerine konuşurken ona son sevgilimle iki ay
sürdüğünü ama hiç birbirimizi bile öpmediğimizi söyledim. Şaşırmıştı ve “Neden?
Nasıl yani?” diye sordu.
Ben biraz duraksadıktan sonra
“Bilmiyorum. Yani o bunu isterdi ve istedi de ama ben istemedim. Canım
istememişti” dedim.
Kerem’se düşünmeden cevabı
yapıştırdı. “Sen çocuğu hiç sevmemişsin. Sevsen öyle davranmazdın”
Bir keresinde de Kerem bana “Buna
alışsan iyi edersin. Ben sevdiğime dokunurum. Dokunmadan duramam” demişti.
Salaklar! İki salak Kerem ve Aylin!
Siz bunları konuşurken aklınız neredeydi? Sizin dışınızda üçüncü dördüncü
şahıslar hakkında mı konuşuyordunuz? Siz ne yapıyordunuz? Hadi ben tüm
salaklığımla kendimi tamamen acemi olduğum bir yola sokmuştum ve duygularımı
fark etmemiştim. Kerem neden görmedi? Ya da gördü ve egoları için devam mı
etti? Beni umursamadan, benim duygularımı hiçe sayarak sadece bencilce kendi
canı ne istiyorsa onu mu yaptı?
Kafam allak bullaktı ve düşünmemek
için her şeyi yapıyordum. Yorgunluktan sızana kadar deliler gibi çalışıyor
akşamları yatağımın üzerinde uyuya kalıyordum. Sabahları erkenden uyanıp işe
gidiyor, öğle tatillerinde bile işimin başından zor ayrılıyordum. Sigara
içerken yalnız kaldığım birkaç dakika olursa hemen gözlerim yaşarıyordu ve
sigarayı söndürüp anında ofise geri gidiyordum. Başlarda işe gidip gelirken
müzik dinlemezsem ölecek gibi oluyordum ama sonra dinlediğim anda ölecek gibi
hissetmeye başladım. Müzik dinlemeyi de bıraktım. Tüm sevdiğim şarkılar artık
küçük-büyük onun kokusunu taşıyordu. Koku deyince hatırladım da her zaman güzel
kokardı üstelik parfüm sıkmadığı halde…
Günlerim kırık kalbimi görmezden
gelmeye çalışarak geçiyordu ve yalnız kalmaktan korktuğum için önümdeki bir
aylık süre boyunca her hafta sonuma plan yapmaya başlamıştım.
Bir cuma akşamı da Mellon ile buluştuk.
Şaraplarımızı yudumlarken sordu. “Nasılsın Aylin?”
“İyiyim Mellon’um”
“Aylin, benim Mellon. Acaba diyorum
artık biraz bıraksan mı şu ipin ucunu?”
Kerem için üzüldüğümü fark ettiğini
biliyordum ama ipin ucunu bırakma mı söylemesine sinirlenmiştim. Sinirle
“Mellon, ipin ucunu bırakmak ne demek? Adamı bıraktım işte! Daha nasıl
bırakılıyor ipin ucu? Adam için gram bir
şeyler ifade etmemişim. Benimleyken hiç özel bir şey yaşamamış. Adamın rutini
olmak dışında hiçbir şey yapmamışım. Ha varım ha yokum… Ya ben bakkal el
değiştirince üzülüyorum, insanlar nasıl bir anda birbirini siliyor
anlayamıyorum” dedim ve biraz durup soluklandıktan sonra aynı sinirle konuşmamı
sürdürdüm. “İpin ucunu bıraktım! Bak hokuspokus! Kerem beyi bir daha rahatsız
etmiyorum işte!”
Mellon derin bir nefes aldı ve büyük
bir of çekip “Salak! Ben sana ipin ucunu bırak derken Kerem’i sal artık demek
istemedim” dedi.
Kaşlarımı çatıp “O zaman ne demek
istedin?” diye sordum.
“Aylinciğim bak seni tanıdığımdan
beri hep ‘mutsuz olacağım zaten’ diyerek kaçıyorsun. Veya ‘ben kimseyi
değiştiremem. Ben kimseyi modifiye edemem. Bir adam bana uygunsa uygundur
değilse giderim’ diyerek hep kendini dizginliyorsun. Aşık bile olsan sürekli
kaçış halindesin”
Kafam karışmıştı “Ne demek
istediğini anlayamıyorum” dedim.
Mellon saçlarını düzeltti “Şunu
demek istiyorum…” dedi ve devam etti. “Bırak artık ipin ucunu… Bir kez de sen
hata yap. ‘Sen seviyorum geri zekalı’ diye haykır… Sadece bir kez sana yapılan
şeyi görmezden gelip kalbinin sesini dinle.”
Haykırdım. “Oha! Saçmalama! Delirdin
mi sen? Adam istemiyor. Hiçbir şekilde istemiyor işte… Benimle konuşsa onunla
arkadaş kalabilirdim. Onunla arkadaş kalmayı isterdim ve hala istiyorum. Tamam,
ona karşı derin arzularım var, onunla ilgili türlü türlü fantezilere sahibim ve
ona sarılmayı delicesine istiyor olabilir ama…”
Mellon tekrarladı. “Ama?”
Derin bir nefes aldım ve “Ama olmaz.
Benimle konuşmadı.”
“Aylin, dediklerimi dikkatlice
dinle. Senden yedi yaş büyüğüm ve büyük lafı dinlemeni istiyorum tamam mı?”
Gülmüştüm. “Tamam ablacığım
dinliyorum.”
“Hepimiz hata yaptık. İnsanların
ilişkilerinde türlü türlü sorunlar yaşanıyor. İlişkilerde mutluluklar da
mutsuzluklar da yaşanıyor. Kerem denen herifin uzun süreli ilişkisi olmuş değil
mi? O kadar uzun bir ilişkide inanılmaz mutlu olduğu sayısız gün yaşamıştır ve
kavgaların gürültülerin eksik olmadığı inanılmaz mutsuz olduğu sayısız gün de
yaşamıştır.”
Sözünü kestim. “Kerem’in eski
sevgilisiyle günlerini nasıl geçirdiğini mi oturup düşüneceğim? Bana ne!”
Mellon sinirlenmişti. “Sus ve dinle!
Anlatmaya çalıştığım başka bir şey. Ben sana diyorum ki insanlar sabrediyor.
Sevdikleri için sabrediyorlar. Senin sabrederek bir şeylerin düzelmesini
beklemen karşındaki kişiyi değiştirmen demek değil. Sen en ufak zorlukta
karşındaki kişiyi değiştirmen gerekeceğini düşünüyorsun ve ‘Hiç kimse değişmez.
Birini değiştirmeye çalışmak doğru değil’ diyorsun. Haklısın birini
değiştirmeye çalışmak doğru değil ama sen birinin ilişkiye adapte olma
süresinde sabretmek ile değişimi karıştırıyorsun.”
Mellon konuşmasına ara vererek onu
anladığımı belli etmemi bekledi. “Devam et” dedim ve konuşmasını sürdürdü.
“Ben ilişkimde neredeyse sekiz yılı
tamamlamak üzereyim ve nelere tahammül ettiğimi bilemezsin. Kavgalar gürültüler
hiç eksik olmuyor ama hala birlikteyiz. Birlikteyiz çünkü mutlu olduğumuz
günlerin sayısı mutsuz olduklarımızdan daha fazla… Bir ilişki mutluluktan çok
mutsuzluk getiriyorsa bitiyor. Biraz önce Kerem’i o yüzden örnek gösterdim. Kim
bilir son zamanlarda ne kadar mutsuzdu ki çareyi alışkanlıklarından ve sevdiği
günlerden vazgeçmekte buldu. Aylin, sen mutluluk ve mutsuzluk dengesini hiç ölçmek
zorunda kalmadın. Çünkü sen ilk fırsatta aşkımı kalbime gömerim, aşkımdan
geberirim yine de ‘bir insanın benim isteğimle bana göre şekillenmesini
istemem’ dedin. Oysa ilişkiye adapte olma, iki insanın birbirini tanıması,
sabretme ve alışma süresi olduğunu hiç düşünmedin. Anlıyor musun ne demek
istediğimi?”
Küçük bir çocuk gibi mahcup bir
şekilde başımı salladım ve Mellon şarabından bir yudum daha aldıktan sonra
devam ettin. “Evet, Kerem’le ilişkin başından beri tuhaftı. Ne çocuğu ne de
seni anlayamadım. Adam ilişki istemiyorum diyor ama bir ilişkide yaşanabilecek
her şeyi yapalım diyor ve yapıyor. Sen, sevmiyorum diyorsun ve sonra her şey
bitti ama ben ona âşık oldum diye çıka geliyorsun karşıma! İkinizde normal
değilsiniz. Daha da tuhaf olan bana ‘Kerem’de mutluydu birlikte güzel vakit
geçiriyorduk’ diyorsun ki sana inanıyorum adam keyif almasa bir daha
görüşmezdi… Eee siz ne yapıyordunuz Aylin?”
Sessizce, kıpırdamadan boşluğa
baktım. Mellon sesini sertleştirerek “Ne yapıyorsun Aylin? Günlerdir ruh
gibisin… Bugünlerin senin en mutlu olacağın zaman olmalıydı. Aylin, bana bak”
dedi.
Suratına baktım ve çaresizce “Ne
dememi bekliyorsun?” diye sordum.
“Bir kez saçma sapan mı olur?
Salaklık mı olur? Mantıken saçma zaten… Adam istese arardı… Adam belli ki
istemiyor… Gibi gibi şeyleri düşünmeyi bırak. Bir kere kendin istediğin gibi
hareket et. Karşındaki seni istemiyor olsa bile bir kez daha dene… Hemen arkadaş
olma moduna girme. Bir kere kalbine şans ver. Güzelim, o kalbin elinde sonunda
kırılacak kır gitsin. Sonra toparlarız. Aşk dışında diğer bütün konularda ben
şöyle cesaretliyim böyle cesaretliyim demeyi biliyorsun. Kerem’e korkak
diyorsun da sen kendini neden ondan farklı görüyorsun? Sende âşık oldun mu
sabredemiyorsun? Kaçıyorsun”
Çocuk gibi utangaç bir ses tonuyla
sordum. “Ne yapmam gerekiyor?”
Net şekilde sordu. “Ben asla bu
çocukla birlikte olmanı istemiyorum. Bir problem var ama bunun seninle alakası
yok. Onun anlatmadığı bir problem var. Çok belirsiz her şey ama sen bu
çocuklayken mutluydun. On gündür de ruh gibi dolaşıyorsun. Ara onu!”
Anında reaksiyon gösterdim. “Hayatta
arayamam!”
“Arayacaksın ve içinden ne
geçiriyorsan aynen onu yapacaksın. Bak bu adam daha öncede on gün kaybolmuştu
belki o senin düşündüklerini düşünmüyor bile… Belki arasan sana ‘kendi kendine
ne kurmuşsun’ diyecek. Bence böyle olma olasılığı da yüksek. Onu hiçbir şey
olmamış gibi ara ve konuşun.”
Saatler sonra Mellon’dan ayrılıp eve
geldiğimde içmeye devam ettim. Elimde cin odamda oturmuş müzik dinliyor bir
yandan da Kerem’i aramalı mıyım diye düşünüyordum. Sonra bir cin iki cin üç cin
derken o telefonu elime alma cesaretini gösterdim. Seviyorsan arayacaksın kızım
Aylin!
Aradım açmadı. Bir daha aradım
açmadı sonra mesaj attım. Onu görmek istediğimi ve öpmek istediğimi söyledim.
Geri zekalı Aylin! Hadi adamı görmek istediğini söylüyorsun öpmek istiyorum da
ne demek oluyor? Ağzınla iç!
Durun daha rezillikler bitmedi.
Mesajıma cevap geldi. “Şu an müsait değilim. Daha sonra konuşsak olur mu?
Haberleşiriz.” Gözlerime inanamadım. Mellon haklı mı çıkmıştı? Ben mi kafamda
kurmuştum? Evet, ben kafamda kurmuştum. Kerem aynıydı oradaydı işte… Bir şey
olsa bir daha görüşmek istemese ya telefonu açar söylerdi ya da mesajında bunu
belli ederdi. Bunu da yapamayacak kadar öküz değildi. En başta insanlara değer
verdiği, insani değerleri umursadığı için yapardı. İstemese anında yazardı. O
lafını esirgeyecek biri değildi.
Telefon elimde ne yazsam? Ne desem?
Diye düşünüp durdum. Video mu çeksem diye de düşündüm. Video çeksem ve söylemek
istediklerimi canlı söylesem belki o da bir fotoğrafını çekip atardı. Onu deli
gibi özledim, bir görsem. Video çekemem bu kadarı fazla olur. Çeksem mi acaba?
Sabah iki büklüm olmuş şekilde
uyandım. Cam açık üstüm başım incecik uyuya kalmıştım, daha doğrusu sızmıştım.
Telefonuma uzandığım an o salak videoları çektiğimi hatırlayarak yastıkları
fırlattım. Kendimi yatağın üstüne yüz üstü bırakıp çırpınıp durdum. Çok
utanmıştım. Neden video çekmiştim ki? Hemen telefona baktım, adam tepki vermemişti.
Utancımdan ölmek üzereydim. Bir süre yatakta çocuk gibi mızmızlana mızmızlana
söylendim durdum ve sonra kalkıp elimi yüzümü yıkadım. “Olan oldu Aylin!
Sevdiğin adama video attıysan ne olmuş yani? Ne olacak? Boş versene… Bir kerede
sen saçmala”
Tüm gün kendimi toplamakla uğraştım
ve akşam olunca da önceden arkadaşlarla gitmeyi planladığım konsere gitmek için
evden çıktım. En az on yıldır konserlerine gitmediğim adamlar sahnedeydi ama
ben her şarkıda manyak gibi Kerem’i düşünüyordum. Yok bu böyle olmayacaktı. ‘Haberleşiriz
dedi sesi soluğu çıkmıyor acaba önemli bir şeyi mi var?’ diye düşünüp
duruyordum ve sonra alkolünde bana verdiği yetkiye dayanarak mesajları attım.
“Keşke burada olsaydın” konser boyunca cevap gelecek mi diye bekledim, gelmedi.
Eve gittim hala cevap yoktu. Sabah
oldu hala cevap yoktu. Artık mesaj
atmamasına kızma durumunu tamamen geride bırakmıştım. Her türlü şeyin yerini
endişe almıştı. Kavga mı etmişti? Ailesine isyan bayraklarını mı açmıştı? Ne
olmuştu?
Sevgili okuyucum biliyorum. Şu an
“Adam görmezden geliyor. Seni ghostluyor. Anla!” diyorsunuz. Elbette böyle bir
ihtimal vardı. Ghostinge maruz kalıyor olabilirdim ama Kerem öyle biri değildi.
Genelde narsist kişilik bozukluğu olan insanlar ghosting yapar ve Kerem öyle
bir adam değildi. Onunla birlikteyken gayet düşünceli ve kibar, insanlara
özünde çok değer veren ve verdiği fazla değer yüzünden fazlaca incinmiş bir
adamdı. O istemiyorsa net bir şekilde konuşabilecek medeniyete sahip bir adamdı.
Birlikte vakit geçirdiği bir insanla gayet rahatlıkla tatlı tatlı sohbet edip
arkadaş kalabilecek biriydi. Bunu daha birbirimizi ilk tanıdığımız dakikalarda
konuşmuştuk. Hatırlayın, arkadaşlık uygulamasında ilk konuşmaya başladığımızda
insanların arkadaş kalamadığından şikayetçi oluyordu. Ben de ona kesinlikle hak
verdiğimi, iyi insanların birbiriyle arkadaş kalması gerektiğini yoksa vaktin
boşa geçmiş olabileceğini söylüyordum. Başından beri yalansız ilerleyen
iletişimimizde bu konuştuklarımızın yalan olabileceğini düşünmem için hiçbir
sebebim yoktu.
Karar vermem gerekiyordu. Kerem iyi
miydi? Kötü müydü? Öğrenmem gerekiyordu. Birdenbire ona bunu sorsam bana asla
cevap vermezdi. Can sıkıcı mevzuları konuşmaktan hoşlanmıyordu, bana
sorunlarını açık açık anlatmıyordu. Direkt olarak ona sorsam söylemezdi. Ghostlanıyor
olma ihtimalime yüzde otuz gözüyle bakıyordum, Kerem’inse iyi olmadığı ihtimali
daha yüksekti. Sonunda esprili bir dille iki ihtimalide içeren bir mesaj
yazdım. “Haberleşiriz dedin ama sesin çıkmıyor. Görüşmek istemiyorsan sen beni
bu durumda bırakacak bir insan değilsin, deli gibi sana video atmazdım. Yine
sesin çıkmazsa rehin tutulduğunu düşünüp 155’i arayacağım”
Saatler sonra cevap geldi. “Mümkünse
görüşmek istemiyorum canım sıkkın o yüzden”
Neye uğradığımı şaşırmıştım!
Mümkünse mi? Canı mı sıkkınmış?
‘Canın hep sıkkın zaten! Benim canım
da sıkkın! Kaç gündür kendi dertlerim yetmezmiş gibi sana olan özlemimle ruh
gibi dolaşır oldum. Mümkünse görüşmek istemiyorum mu? Mümkünse mi? Mümkün, gel
görüşelim. Seni deli gibi özledim. Saf çocuk, asbestliyim derken nasıl ışıl
ışıl parlıyorsun farkında değilsin. İçinde nasıl güzel bir adam var ve sen göz
göre göre kötü bir adam olacağım diye zorluyorsun. Boşuna uğraşma kötü adam
ceketi senin üstünde durmaz. İyi bir insansın işte ve bu yüzden acı çekeceksin.
Bu yüzden acı çekeceğiz kabullen. İyi insanlar hep acı çeker. Yüzyıllardır
kural bu, böyle işliyor. Seni seviyorum ve vaktimiz çok boşa harcanıyor.’
Bunların hiçbirini yazmadım,
yazamadım. Düşündükçe içimde bir şeyler kırılıyor ve içimde işin rengi değiştikçe
değişiyor, öfkeleniyordum. Ghostingleniyordum. Açıkça aleni şekilde beni
ghostluyordu ve artık Pollyanna olmaktan çıkmalıydım. Ona şöyle yazdım. “Canım
sıkkın ve mümkünse kelimeleri sanki bana bir tercih hakkı tanıyormuşsun gibi,
bunlar yanlış kelimeler. Görüşmek istemiyorsan istemiyorsundur. Hoşça kal.”
Ne istediğini bilen birisini
bulabilirdim. Her zaman bana istediğim gibi bir adam bulamayacağımı söyleyip
durmuşlardı. Bulmuştum işte vardı. Bu tarz iyi adamların varlığını bir kez
kanıtlamıştım. Aşık olabileceğimi kanıtlamıştım, şimdi sıra istediğim gibi
ikinci bir adam daha olabileceğini kanıtlamaktaydı. Artık geriye sadece beni
kendisine hem bedenen hem ruhen çekebilecek diğer adamı bulmak kalmıştı. İmkânsız
yoktu işte, bende problem yoktu sevebiliyordum. Sevebiliyordum ama o diğer adam
bu şehrin hangi lanet sokağında hangi lanet olasıca cehennemdeydi onu keşfetmem
gerekiyordu. Kerem denen bencilce beni yok sayan ve değersizleştiren, görmezden
gelen adamı tıpkı onun bana yaptığı gibi unutmam gerekiyordu. Yoluma devam
edecektim.
İşime dört elle sarıldım. Kafamı
sürekli meşgul ettim. Yalnız kalmaktan hep kaçındım ve günlerimi hissizleşerek
öldürdüm. Hafta içleri bir şekilde idare edebiliyor yorgunluktan sızana kadar
çalışıyordum ama hafta sonları en büyük kâbusum olmuştu. Yalnız kalmaktan
korkuyordum. Sürekli birilerini arıyor, bir yerlere gidiyordum. Arkadaşıma
gidip kalıyor, sadece uyuyacağım zaman yalnız kalıyordum. Tabii uyumak denmezdi
buna, yorgunluktan sızmak denirdi. İlaçlarımı içmeyi uzun zaman önce
bırakmıştım ve artık yasaklar listemdeki yiyeceklere de dikkat etmiyordum.
Zaten dikkat etmemin de pek imkânı yoktu çünkü millet yemek yerken “acıkmadım”
diyordum ve sonra olur olmaz yerlerde acıkıyordum. Sağlıksız yaşamın dibine
vurmuştum.
“Çivi çiviyi söker yoluna bak”
dediler öyle yapmaya çalıştım. O lanet olasıca arkadaşlık uygulamasından başka
adamlarla konuşmaya çalıştım. Hepsi sadece cinsel hayatını renklendirmeye
çalışan y*vşaklar dışında bir şey değildi. İki kelimeyi bir araya getiremeden
sadece boyları posları ya da paraları sayesinde kadınları elde edebileceklerini
düşünen günümüz piyasa adamlarıydı.
Takıldığım mekanlarda birileri illa
ki çıkıyordu ve onlarında uygulama sitelerindekilerden hiçbir farkı yoktu.
Arkadaşlarım benden habersiz gece dışarı çıkacağımız zaman bekar arkadaşlarını
getirmişlerdi ve onlarda canımı sıkmıştı. Midem bulanıyordu. Adam görmek
istemiyordum. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Hepsinden ama hepsinden nefret
etme duygusu gelmişti.
İçimden bir ses “piyasadaki mallar
nasılsa öyle davran, hiç kimseye acıma” diyordu. Adamların istediği kadın ol ve
işine geldiği kadarını al. Kullan ve hevesin geçene kadar sömür çünkü bunu hak
ediyorlar. Arizona kertenkelesi gibi davranıp parasıyla gözünü mü boyamaya
çalıştı? Kullan kızım. Samimiyetsiz iltifatlar mı yaptı? Kanmış gibi davran ve
kullan. İki kelimeyi bir araya getiremediği halde, dönüp hiç kendine bakmadığı
halde senin peşinden mi koşuyor? Tüm iyi niyetini sömür.
Defalarca bu kararları verdim ama
hiçbirinde başarılı olamadım. Kalbimi öldürüp sadece eğlenceme bakamadım,
yapamadım. Her geleni bir çırpıda yok ettim. Arkadaşlarımın tanıştırdığı
adamların iltifatlarını bile kaba bir dille geri çevirdim. Hepsi ama hepsi
inanılmaz samimiyetsiz, sahte ve çıkarcı geliyordu.
Gecem gündüzüm birbirine karışmışken
şikayetlerimde baş göstermeye başlamıştı. İlk alarmı ellerim verdi. Ellerim
kurudu ve çatladı, kâbusum olan o yaralar açılmaya başlamak üzereydi.
Doktorumdan randevu alıp apar topar muayeneye gittim. Doktorum önce
şikayetlerimi dinledi sonra sessizce beni muayene etti.
Sessiz geçen muayeneden sonra
masasına oturdu ve bende karşısındaki koltuğa oturdum. Bir süre bilgisayar
ekranına baktı ve bana dönüp her zaman huzur vermiş olan sesiyle sordu. “Stres
vücudunu yoruyor. Problem bedenin değil. Senin sessiz kalman. Çok konuşuyor
gibi görünüp sürekli susman. Senin yerinde bir başkası olup, buraya geldiğinde
neler neler sorup konuşuyor biliyor musun?”
Şaşırmıştım. Ne demeliydim ki?
Doktor oydu. “Anlamadım hocam, ben ne diyebilirim ki? Siz söylemeyecek
misiniz?”
“Şikayetlerini anlatırken bile
sessizliğe saklanıyor sadece bir iki cümleyle durumunu özetleyip kestirip
atıyorsun. Sanki senin için önemli değilmiş gibi yapıyorsun. Oysa
endişelendiğin için karşımdasın. Sana şunu söylemeliyim problem vücudunda
değil. Sessizliğinde. Şimdi ne oldu? Neye susuyorsun? Neyi susarak atlatmaya
çalışıyorsun? Neyi düşünmemek için kendini bu kadar hırpalıyorsun?”
Suratına baka kalmıştım. Gözlerim
doldu ama hemen kendimi toparladım ve “Yani önemli bir şey olmadı. Kimse ölmedi
veya kimsenin sağlığı ile ilgili bir problem yok. Maddi olarak da bir sıkıntı
yok. Her zaman hayatın içindeki klasik problemler işte” dedim.
Doktorum gülümsedi. “Peki, o klasik
problem ne?”
Ellerime baktım daha sonra doktorun
odasında terasa açılan büyük cam kapıya baktım, konuyu değiştirsin diye
bekledim. Vazgeçmedi ve gözlerini bana dikip bakmaya devam etti. Mecburen
yanıtladım. “Bir çocuk vardı. Sadece takılıyorduk. Başlarda güzeldi ama
sonrasında bana hiç değer vermediğini hissettim. Kaçtım. Belki anlar ve sorar
diye. Sormadı. Bence gitmemi beklemiş. Kolayca kaçabileceğimi düşünmüştüm ama âşık
olmuşum. Fark etmemişim. Çok geç fark ettim. Eğer onu bu kadar sevdiğimi fark
etseydim son kez olacağını bilsem bile önce onunla konuşurdum. Ve hepsi bu…”
Bir süre sustuk ve sonra devam
ettim. “Daha sonra onunla tekrar iletişime geçmeye çalıştım ama kötü olduğunu
falan söyleyerek beni atlattı. Ben de hoşça kal dedim. İstemediğini düşündüm.
Konuşamadım.”
Ağlamaya başlamıştım ve doktor
konuştu. “Belki gerçekten sıkıntıdaydı. Bu konuşamaman için bir sebep mi? Başka
zaman neden denemedin?”
“Düşündüm ama tanımıyorsunuz hocam,
yani o hep sıkıntıda. O ana özel bir şey olduğunu düşünemedim. Benimle görüşmek
istemedi, durum netti.” Gözyaşlarımı sildim ve toparlanmaya çalışarak “Özür
dilerim. Ben konuşamayınca böyle oluyorum” dedim.
Doktor derin bir nefes alıp. “Seni
yıllardır tanıyorum Aylin ve aileni de yıllardır yakinen tanıyorum. Konuşman
lazım. Durum vaziyet nedir bilmiyorum ama kendi hastamı tanıyorum. Sonu iyi
veya kötü ne olacaksa olsun umursamıyorsun. Sen hiçbir şeyi yarım bırakmayı
sevmiyorsun ve yarım kalan her şey omuzlarında bir yük oluyor. Ben seni
iyileştiriyorum ve sonra kendine başka bir mevzuyu dert edinip buraya
geliyorsun. Sana ilaç yazmayacağım. Sen yarım bıraktığın konuşmayı tamamla ve
kendini topla…” Biraz duraksadıktan sonra ekledi. “Sen olması gerekeni yapıyorsun aslında kızım…
Şanssızlığın insanların ve dünyanın çok değişmesi oldu. Git içinde sakladığın
konuşmayı yap sonra eğer şikayetlerin devam ederse on beş gün sonra gel. O
zaman bakalım durumun ne olmuş.”
Doktorun odasında iki buçuk saat
kalmıştım. Sadece bir iç hastalıkları profesörü değil adeta bir psikolog
gibiydi. Her defasında sadece bedenlerle ilgilenmez insanların ruhuna doktorluk
yapardı. Yine odasından çıktığımda rahatlamıştım, güçlü ve dayanıklı hissediyordum.
Kararımı vermiştim içimde tutmayacaktım, konuşmak istediğim her şeyi
konuşacaktım. Kendi kendimi iyileştirmeye çalışmayacaktım. Hem seven insan bir
kez daha denemez mi? Sevgi böyle bir şey değil mi? Belki de gerçekten bir
şeyler olmuş ve canı çok sıkılmıştı, olamaz mı? Belki artık kendini biraz daha
iyi hissediyordu, belki de canım çok sıkkın dediğinde ona “Ne oldu? İyi misin?”
diye sormayışım çok kabaca, düşüncesizce olmuştu.
Hayır, seven insan bu kadar kolay
vazgeçmezdi. En azından insan olarak sevmiştim onu ve arkadaş olabilirdik. Ona
karşı derin arzularım ve tehlikeli tutkularım vardı ama bir süre sonra o
duygularımı öldürebilirdim. Seven insan bu kadar kolay vazgeçmezdi diyoruz ya
hani… Eee peki, Kerem hiç olmamışım, hiç Aylin adında birini tanımamış gibi
nasıl dönüp gitti? Eee adam sevmiyor işte! Ama o kırılmış bir adamdı ve belki
bu kolay onu silip atabileceğimi hiç düşünmemişti. Belki de her an arkasını
dönüp gitme ihtimali olan bir insan istemediği için bir anda bu kadar
katılaşmıştı. Çünkü ben her an gidebileceğimi ona söylemiştim. Bunları düşünmüş
olabilirdi ama hiç düşünmez ki!
Bu kız niye bu kadar bozuldu? Bir anda ne
oldu? Her şeye alışmıştı. Tamamdı. Bir anda ne oldu acaba? Gerçekten farkında
olmadan ona çok mu kötü hissettirdim? Kırıldı mı? Konuşsak ne der acaba? Bir
konuşsak ve ona göre karar versek. Asla bu soruları düşünmez veya sormazdı
çünkü bencilce hareket etmeyi kendine hedef belirlemişti.
Kendini yormak istemiyor. İnsanlara
artık kendinden hiçbir şey vermek istemiyor. Yanlış! Toplum içinde yaşıyorsan
veya insanlarla iletişim içindeyse birdenbire bu kadar katılaşamaz sadece
kendini düşünerek hareket edemezsin. Bu ancak bencil ve kötü kalpli bir insanın
yapabileceği bir hareket. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır diye bir sözümüz var
bizim ve bunu yapmıyorsan nesin sen? Yorgunum. Herkes yorgun. Yorgunsan git
dağda yaşa! Çünkü toplum içinde insanlarla iletişim kuruyorsan yapman gereken
şeyler var ve hep olacak. Birileriyle yakın temasa geçtiğinde o kişiler sana
aşık da olabilir. İstemiyor musun? Konuş! Konuş! Konuş!
Konuşacaktım ve kararım kesindi.
Birkaç gün cesaret edemedim ve boş boş dolaştım ortalıkta. Etrafımdaki insanlar
sürekli dalgın olmamdan dolayı bir sürü soru sordu hiçbirine cevap vermedim.
Kimseye Kerem ile yeniden temasa geçmeyi planladığımı utancımdan söylemedim,
söyleyemedim. Planladığım konuşmayı yapmak için sessiz hareket etmeliydim çünkü
birileri duysa; Aylin böyle değildin sen! İnanmıyorum Aylin! Ay Aylin kimler
kimler için harekete geçmedin. Kimleri harcadın da bu adama mı kaldın? gibi
gibi cümleler duyacaktım. Duygularımı anlatsam da anlamayacaklardı. Kerem’in
özel bir adam olduğunu güneş gibi parladığını anlatsam da anlamayacaklardı.
Nefes alamıyordum. Kerem’i düşünmemek için çaba sarf ediyordum ve bu beni
bitiriyordu. Kerem gözümde gittikçe küçüleceği yerde gittikçe büyüyordu. Bunun
önüne geçmek için tek bir yol vardı ve o da son kez onunla bir kahve içip
sohbet etmekti.
Kerem son bir kahve içme teklifimi
reddetmezdi, ona doktordan bahsetsem ve küçük bir görüşme isteğiyle gitsem beni
anlardı. En azından dostça ayrılırdık, ilerde belki yine görüşürdük. Arkadaş
olur arada birbirimizden haber alırdık. Hatta iyi birer arkadaş bile
olabilirdik. Kadın erkek ilişkisinde başarısız olan çaylaklar olsak bile
arkadaşlıkta iyi olabilirdik. Böylece birlikte geçirdiğimiz zaman boşa geçmiş
olmaz, birbirimizi tanımıyormuş gibi davranıp değersizleştirmez, aksine
aramızdaki ilişkiyi dostluğa dönüştürerek her zamankinden daha eğlenceli ve
keyifli bir hale getirebilirdik. Bunu yapabilirdik çünkü o iyi bir adamdı ve
bunu yapabilecek medeni seviyelerdeydik.
Onunla bunca günden sonra iletişime geçtiğimde
bunu anlayacaktır, beni anlayacaktır. Ona arkadaş olabileceğimizi hep
söylemiştim, hatırlayacaktır.
Kerem’e hiçbir zaman sadece sevgilim
olmasını istediğim bir adam olarak bakmadım onu hep arkadaşım olarak gördüm.
Ona biraz olsun kendini iyi hissettirebilmek istedim. Çünkü o da bana kendimi
iyi hissettiriyordu. O farkında değildi ama ben yeni insanlarla tanışmaktan
delice korktuğum bir süreçten geçerken o benim bu korkumu aşmamı sağlamıştı.
Ayrıca birlikteyken de iyi vakit geçiriyorduk. O beni mutlu ediyordu ve ben de
onu mutlu etmek istiyordum.
Onunla tekrar görüşmek istediğimde
beni olmadığım bir kalıba sokup, önyargılarıyla tepki vermeyecek kadar beni
tanımıştı. Zeki bir adamdı beni anlayacaktı.
Tüm cesaretimi topladım ve Kerem’e
mesaj attım. “Kerem nasılsın? Doktora gittim bana arkadaşınla bir görüş ve
kendini rahatlat sonra benim yanıma gel dedi. Bu akşam müsaitsen görüşelim mi?
Bir iki saat bana katlanırsın herhalde o kadar hatırım vardır diye düşünüyorum.
Seni özledim. Hem eğlenceliyim bilirsin sıkılmazsın”
Çok geçmedi iki dakika sonra cevap
geldi. “Görüştüğüm biri var. Uygun olmaz diye düşünüyorum.”
Kalbim acıdı, beynimden vurulmuşa
döndüm. Telefona bakıp öylece kala kaldım. Bir an hiçbir şey dememeyi düşündüm
sonra ‘Konuş Aylin! Sustukların seni bitiriyor’ dedim. Günümüzde her insanın
yerinin anında bir başkası tarafından doldurulduğu sahte ve samimiyetsiz
ilişkilerden birini mi yaşamıştım? Aynı sahtelikteki bir adama mı inanmıştım?
Salak gibi beyan esastır ben sana inanıyorum mu? Demiştim.
Sahteliklerden, insanlara değer
vermeyenlerden, ucuzluktan, hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünen
zihniyetlerden, insana insan olduğu için bile değer vermeyen, gösteriş budalası
o insanlardan kaçarken gidip tıpkı böyle bir adam olan Kerem’e mi inanmıştım?
Aşk gözümü bu kadar mı kör etmişti? Hem bu neydi ki şimdi? Görüştüğüm birisi
var ne demek? Gel ben sana sevgilim ol mu dedim? Veya senin kollarına mı
bırakacağım kendimi mi dedim? Bu kadar zaman sonra ben sana dokunabilir miyim?
Bu kadar kırgınlığımı hiç konuşmadan tamir edebilir miyim? Ne sanıyor bu
kendini? Brad Pitt mi? Yoksa Prens William mı? Alt tarafı bir kahve içeceğiz ve
sohbet edeceğiz. Yarın düğünün mü var? Görüştüğün kişi ciddi bir görüştüğün
kişi ise benimle arandaki süre çok az o zaman benimle konuşurken de biriyle
görüşüyordun. Bana neden saygı göstermedin? Benimle konuşurken neden o boktan
uygulamaya girmeye devam ettin? İnsani değerlere bu kadar saygı gösteriyordun
da benimle konuşurken neden göstermedin? Ben bu kadar değersiz miyim? Ben ne
oldum ya? Aylin ne ara bu kadar ayaklara düştü?
Bu soruları ona yazamadım ama yine
de öfkelendiğimi belli eden mesajlar yazdım. Üst üste ara vermeden yazdım. “Ne
kadar ruhsuzsun benimle görüşürken de mi biri vardı? Bana bu mesajı nasıl
yazabiliyorsun? Hemen ciddi bir ilişkin mi oldu? Yedekli mi gidiyordun?
Piyasadaki adamlardan hiçbir farkın yok muydu? Doktordan bahsettim ve son bir
kez konuşmak istedim seninle ve karşılaştığım tepkiye bak!”
“Hiçbiri değil” diye karşılık verdi.
Tekrar yazdım. “Evlenecek misin
görüştüğün kadınla? Uygun düşmüyor ne demek? Bu ne hız! Bana haberleşiriz dedin
ve sustun. Sana ısrarla sormasam o zaman bile tepki vermeyecektin. Bir doğru
düzgün hoşça kal demeyi bile beceremiyor musun?”
Pişkince yazmaya ve gram
umursamamaya devam etti. “Seninle görüşürken kimseyle görüşmedim. Birisiyle
görüşürken de seninle görüşmem. Kimseyi eşek yerine koymam.”
“Beni koydun” diye karşılık verdim.
“Koymadım” dedi.
İlk defa o an açıkça söyledim.
“Benimle görüşürken o salak uygulamaya girmeye devam ettin. Gittiğin her yerde
o arkadaşlık sitesine girmeye devam ettin. Salak mıyım ben? Sonra iki güne
yenisini buldun”
Kafam bir türlü almıyordu. Bu nasıl
bir medeniyetsizlikti? Biriyle görüşüyorsan bile bunu bana bu şekilde söylemek
niyeydi? Bu kadar mı hatırım yoktu? Bu kadar mı hiç kimseydim ben? Şaka mıydı? Neden
canımı acıtacağını bile bile bunu yapıyordu? Kalbimi kırmıştı, acıtmıştı.
En azından bir bardak kahve içerken
“Aylin, arkadaş kalmamız en iyisi olacak. Ben yeni insanlarla görüşmek
istiyorum. Tek bir yerde duramıyorum. Kafam hiç iyi değil” desen ben
anlamayacak mıydım? Bunca ayda Aylin hakkında hiç mi doğru tespiti olmamıştı?
Aylin’e hep mi önyargılarıyla bakmıştı? Aylin’i hiç gerçekten görmemişti!
Hiç kimseydim. Dayanamadım yazdım.
“Sen bana hareketlerdir sevgiyi gösteren demedin mi? Eee o zaman neden kan
tahlillerime kadar baktın?”
Cevap olarak “Aylinciğim saçmalama
lütfen” geldi.
Evet, saçma gibi gelebilir bu soru
ama değil. Adam bana hiç kimse gibi davranıyordu ve yan yanayken gördüğüm,
aldığım samimiyetten o anda mikroskobik düzeyde bile bir şeyler göremiyordum.
Karşıma bam başka bir adam çıkmıştı. Şoktaydım. Konuştuğum kişiler aynı kişiler
olamazdı. Bir kıza arkadaş kalalım diyen ve kız onu reddedince komik bulan, bir
başka kıza günaydın diyen ve kız ona tepki vermeyince bozulan kişi ile benim
konuştuğum adam aynı olamazdı. Zaten bana bir kez bile günaydın dememişti, bir
kez bile ilişkiyi sonlandırmak istediğinde arkadaş kalalım dememişti. Düşünün
sevgili okuyucularım bu durum size kendinizi ne kadar değersiz hissettirirdi?
Ben diyeyim b*k gibi hissediliyor.
Sonra bana yazmaya devam etti.
“Aylin ben hayatımda kimseyi istemiyorum. Yalnız kalmak istiyorum neden
anlamıyorsun? Bu seninle ilgili bir konu değil. Şahsınla ilgili algılamazsan
sevinirim. Artık seninle arkadaş da kalmak istemiyorum. Bana bir başkasıyla
görüşüyorum yalanını söyleten biriyle özellikle arkadaş kalmak
istemiyorum. Ben sana zaten ilişkiye
hazır olmadığımı söylemiştim.”
Bak! Bak laflara bak! Ben yalan
söyletmişim Kerem Bey’e! Manipülasyonun dibi işte budur! Beni suçlayarak
kendisini rahatlatmanın dibi! İlişkiye hazır hissetmiyorum demiş miş miş… Eee
ben de “Böyle bir şey istemiyorum” dedim. Sustun ve görüşmeye devam ettin. Ben
de görüşmeye devam ettim. O zaman bu sözsüz bir anlaşmayla akışa bırakılmış bir
ilişki olmuyor mu? Erkek kendi sözlerini önemseyip “Ben zaten demiştim” diyor
da karşısındaki kadının sözleri neden yok sayılıyor? Bu nasıl bir bencillik?
Bir bardak kahve için başkasıyla görüşüyorum yalanını söylemek nasıl bir
medeniyetsizlik? Üstelik bunun benim canımı nasıl yakacağını bile bile ve bana
kendimi b*k gibi hissettireceğini bile bile bunları yapmak nasıl bir korkaklık?
Medeni iki cümle kuramadan her şeyi yakıp yok etmek, kendine duyulan saygıyı ve
sevgiyi yok etmek ancak korkakların yapacağı türden bir şey değil mi?
İnsanlar sevgisizliğe o kadar
alışmış ki ufacık bir sevgi ile karşılaşınca hemen k*çı başı ayrı oynuyor.
Üstelik yalanı ben söyletmişim. Çıldırmak üzereydim. Sinirden ölüyordum.
Kerem’i bu kadar yanlış tanıdığım için kendimi suçladım. Suçlu bendim çünkü âşık
olduğumu fark etmemiştim. Kerem’e en objektif yaklaştığımı düşündüğümde bile
aşkımdan gözümün kör olduğunu anlamamıştım. Nazik, düşünceli, insanlara değer
veren, duyarlı, sözünün eri, samimi, sahtelikten uzak, düşüncelerini
dürüstlükle dile getiren, sıcacık gülümsemesi olan Kerem’i kafamda kendi
kendime yarattığımı fark etmemiştim. Aslan Kralı ben yaratmıştım. Aslında Aslan
Kral yoktu. Tüm suçlu bendim! Objektif bakış açımı kaybetmiş ve piyasadaki
adamlardan biriyle görüştüğümü anlayamamıştım.
Kendimi kaybetmeyecektim. Kerem
tanıdığımı sandığım Aslan Kral çıkmamış olabilirdi ama ben Aylin’dim. Kerem’in
nasıl bir insan olduğu onu bağlardı. Ben yine ben gibi davranacaktım.
“Kimseyle yollarımı küs ayırmadım.
Bu durumlardan hoşlanmıyorum. Bana büyük bir medeniyetsizlikle gelince şok
oldum. Bence değerli bir insandın ve hala değerlisin. Küs gitmek istemiyorum.
Sen benim birlikte çok eğlendiğim kaçış noktamdın. Gizli bir psikopatlığın
olduğunu düşünsem de geçen vakit benimdi ve neden kaybedeyim? Sana küsmüyorum.
Sana kendini iyi hissettirecek bir kadın, bol para ve sevdiğin bir iş
diliyorum. Çok mutlu ol. Günün birinde konuşmak istersen buradayım. Hoşça kal,
sevgiler.”
Evet, bunları yazdım. Ben Aylin,
insanlara değer veren ve her zaman anılarına saygı duyan, hayatından kim nasıl
geçip giderse gitsin hala sevgiyle o kişileri hatırlayan Aylin’im. Uğradığım
büyük saygısızlıklara ve suçlamalara rağmen Kerem’i suçlamıyorum. Beni
tanımamış olması büyük bir beceriksizlik olabilir ama herkes doğru tespitler
yapamaz. Kerem, sizlere göre sadece kendi çıkarları peşinde koşan kötü bir adam
olabilir ama bana göre hala öyle değil.
Kerem, yolunu kaybetmiş bir adam ve
okyanusun ortasında tek başına bırakılmış kayıp bir ruh… Ona sevgiyle uzanan
eli bile göremiyor. Yalnız kalıp toparlanmak istiyorum diyor ama bireyselleşip
kendini bulma yolunda gittikçe bencilleştiğinin farkında değil. Bunların hepsi
benim iyi niyetli bakış açım ve hala Kerem’de iyilik arama çabalarım gibi
gelebilir sizlere lakin ben böyleyim. Kötü göremem onu… Belki gerçekten
yanılıyorum ve kötü bir insan olamaz mı? Olabilir ama ben onu öyle hatırlamak
istemiyorum. Benim tanıdığım adam kötü değildi sadece başına kötü şeyler gelmiş
ve kaybolmuş iyi bir adamdı. Kendi ormanından uzaklaşmış bir Aslan Kraldı.
Güçsüz olmak istiyor ama her an
güçlü olmak zorunda…Kaçmak istiyor ama kaçamıyor… İnsanların talep ve
isteklerine yetişmekten yorulmuş ama yorulduğunu belli etmemek zorunda… Canı
acımış ve vaktinin boşa gittiğini hissetmiş… Bir kez rest çekip kaybettiğinde
herkese aynısını yapabilirim sanıyor… Ben neleri kimleri unuttum artık kimsenin
değeri yok diyor.
O kadar garip bir ruh ki
hissettiğim, canımı acıtıyor. Ona sım sıkı sarılmak uzun uzun onunla konuşmak
istiyorum. Aslında güneş gibi parladığını, kalbinin sıcacık olduğunu ve bu
sıcaklığa insanların ihtiyacı olduğunu söylemek istiyorum. Her şeye rağmen gülümsemesindeki
güzelliğin kaybolmadığını bilmesini istiyorum. Kocaman bir kalbi olduğunu
aslında babacan denilebilecek kadar büyük bir kalbi olduğunu ve sandığından çok
daha güçlü bir adam olduğunu bilmesini istiyorum. İstediğinde her işe
yetişebilecek ve her kalbe dokunabilecek bir potansiyelinin olduğunu görmesini
istiyorum.
Tüm canımı acıtmalarına rağmen onu
sevdiğimi bilmesini istiyorum. Eğer isteseydi onunla enkazını kaldırırdım. Eğer
isteseydi yeniden başlardım onunla ve o iyileşene kadar yanında olurdum. Lakin
daha öncede demiştim bunu sizden karşı tarafın istemesi gereklidir. Ben kendi
başıma bunları ona teklif edemem. Bunu onun istemesi lazım ve bana güvenmeyi
seçmesi lazım. Mutlu olmayı hak ettiğini kabullenmeli, hediyelerle ve güzel
sözlerle şımartılabilecek bir adam olduğunu görmeli. İnkârı değil, inanmayı
tercih etmeli.
Aylar geçti Kerem’i görmüyorum ama
onu hiçbir kötü olay yaşanmamış gibi sevmeye devam ediyorum. Kerem’le tatile
gitmeyi kararlaştırdığımız için alışveriş yapmıştım. İç çamaşırları,
gecelikler, pantolonlar, gömlekler bir sürü şey almıştım. Baştan aşağı yeni
kıyafetlerle yeniliklere açılacaktım ama aylar geçmesine rağmen hiçbirine
dokunmadım.
Her gün unuttum diyorum kendime
artık düşünmeyeceğim ama uyumadan son baktığım şey Kerem’in bana Lizbon’dan
getirdiği hediyeler oluyor. Kafamı dağıtmak için dışarıya çıkıyorum ve bir
barda rock söylenirken ağlayıp tüm barla arkadaş olup mekândan ayrılıyorum. Bir
sürü yeni insanla tanışıyor fakat hepsinde Kerem’i arayıp bulamıyorum. Sevdiğim
tüm şarkılarda Kerem geliyor aklıma ve çok sevdiğim Notthing Hill filmini artık
izleyemiyorum. Her canım sıkıldığında sığındığım filmi artık izleyemiyor filmin
müziği olan She’yi dinleyemiyorum.
Anna Scott ile William Thacker’ın o
muhteşem sahnesini bir daha görmeye dayanabileceğimi sanmıyorum. Çünkü tıpkı
Anna’nın o muhteşem sahnede “I’m just a girl standing in front of a boy, asking
him to love her” (Ben sadece bir kızım, bir erkeğin önünde durmuş ondan beni
sevmesini istiyorum) repliğini attığı anı yaşadım, reddedildim ve Thacker gibi
sonradan benim için gelen de olmadı. Gerçekten bu tarz şeyler sadece filmlerde
oluyor.
Kendimden sıkılma ve nefret etme
duygusu hissetmeye başladım. Kerem tarafından hiç düşünülmemişken hala onu
düşünürken kendimi bulmak canımı acıtıyor. Kendimden çok sıkıldım.
Gözlerimi ne zaman kapatsam Kerem
ile karşılaşmaktan sıkıldım. Zirveleri göremediğimiz yetmiyormuş gibi ne zaman
duygularım kabarsa Kerem’i düşünürken kendimi bulmaktan da çok sıkıldım. Onu
arzulamaktan sıkıldım. Bazen delice bir dalga vuruyor kalbime ve ona inanılmaz
bir sarılma arzusu hissediyorum. Dayanılmaz bir ağlama isteği geliyor yolda,
işte, konserde, arkadaşlarımla muhabbet ederken.
Her sabah uyandığımda telefonumu hep
aynı düşünceyle elime alıyorum ve aynı hayal kırıklığı ile yerine bırakıyorum.
Arkadaşlarım bana “Sen aşık
değilsin. Sadece yeni birini bulman lazım…” dediğinde üstlerine atlayıp onları
parçalamak istiyorum. “Lanet olasıca aşk bu değilse ne ulan?” diyerek tepki
gösteriyorum ve susuyorlar.
Sevgili okuyucum bana şu an “Bu
adamın bunca sevgisizliğine rağmen hala mı? Hala mı seviyorsun?” dediğinizi
duyuyor gibiyim. Cevap veriyorum “Evet, hala seviyorum”
Profesör Severus Snape gibi oldum.
-After all this time?
- Always
Belki akışta kalmak için
değildi, mutlu hissettiği ve fazlasını istemediği için değildi.
Belki gerçekten beni hiç umursamadığı için sormadı, ilgilenmedi neden
gittiğimle. Belki gerçekten benimle geçirdiği saatlerin onun için hiç özel
olmaması nedeniyle bu kadar kolay gitti. Belki de benden hiç hoşlanmamıştı ve
sadece boş zamanlarında etrafında bir ses istedi. Belki gerçekten kötü
hissediyordu ve ben ona hiç kendisini iyi hissettirmedim. Bunların hiçbirini o
sessizliğini bozmadan öğrenemeyeceğiz. Belki kalbim hiç değer görmediği, değersizleştirildiği
ve hiç sevilmediği bir yere özlem çekiyor.
Belki çoktan hissedildiği ve
hissettiği bir kadın buldu. Belki çoktan kalbi huzura kavuştu. Belki kalbini
kıranlar o kırıkları onardı. Belki belki belki…. Ve belki ve belki … Belkilerin
sonu asla gelmez. Tüm belkilere ve olasılıklara rağmen, tüm kaybedişlerime
rağmen ve yine kaybetme ihtimalime rağmen yeniden deneyeceğim. Son bir kez tüm
kalbimle yeniden deneyip yeniden kaybetmeyi göze alacağım.
Geçmişte bir aslan bana ‘seni
seviyorum’ dediğim ve kaybettiğimde gururumun kuş gibi uçtuğunu öğretmişti. O
gün bir daha asla bunu yapmayacağıma dair söz vermiştim. Birçok kez bu
öğrenilmiş acı yüzünden hiç yaşanmamış ve belki de yaşanmayacak kaybetme
ihtimalleri yüzünden kaçtım. Kaçmayı güzel öğrendim.
Bugünse Aslan Kral sayesinde tüm
öğrendiklerimin yanlış, kaçışların anlamsız olduğunu görüyor ve öğreniyorum.
Kaçışlar anlamsız çünkü bu duygu o kadar anlık ki bir bakıyorsun âşık olmuşsun,
bir bakıyorsun sevmişsin. Yavaş yavaş hiç hissettirmeden kanına, kalbine
işliyor ve sen öğrendiğinde kaçmak için çok geç kalmış oluyorsun. Hayat zor,
zaman akıyor ve kolay sevmeyen kalpler için sevgi değerli. O değerli duygu boşa
harcanmamalı. Bir kaybediş olacaksa, hissettirdiği derinlikte büyük bir
kaybediş yaşatmalı. Sevgi ne kadar büyükse kaybedişi o kadar acıtmalı.
Hiçbir zaman kolay kolay bir insanı
sevmedim ve gerçekten sevdiğimdeyse kolay kolay sevgimden vazgeçmedim. Elbette
geçecek ve bu aşk önce sevgiye sonra geçmiş güzel bir anıya dönüşüp kaybolacak.
Ama hiçbir zaman unutmayacağım ve hiçbir zaman merak etmekten vazgeçmeyeceğim. Kerem
eğer isteseydi ruhuna dokunmamı ve tam ruhumu göreceği an kafasını çevirmeseydi
ne olurdu?
Kendimle mücadeleyi bıraktım.
Durumumu kabullendim ve sessizce kalbimin kendi kendini onarmasını bekliyorum.
Aşkı unutan benliğime inat kalbim aşkı hatırladı ve kırılsa bile hala atıyor. O
yüzden kalbimi artık üzmek istemiyorum. Kalbimi serbest bıraktım ve kimseye
zararı olmadan, sessizce aşkının yasını tutmasına izin veriyorum.
Tüm kötülüklere inat bana güzel
dakikaları hatırlatan, tüm eksikliklere rağmen bana hep artıları gösteren
kalbime şefkatle yaklaşıyorum. Kalbimin karşılık alamamasına rağmen hala
sevgiyle, aşkla, iyi dilekler ve iyi niyetlerle dolu olmasını hayranlıkla
izliyorum. Hayatın tüm zorluklarına inat, hayatın sevgisizliğine inat sevmeyi unutmayan
ve sevmekten vazgeçmeyen kalbime hayranım.
Hayatımda birçok kez kalbimin sesini
bastırarak yıkık dökük yoluma devam ettim. Kalbimin sesini duymazdan geldim. Bu
defa yapmayacağım. Kalbimi özgür bırakacağım ve o ne zaman isterse o zaman
iyileşmesine müsaade edeceğim. Kalbim acırken onu görmezden gelerek bir kez de
ben yaralamak istemiyorum. Düşmem gerekiyorsa düşeceğim çünkü biliyorum bir gün
kalbim onarılacak ve mantığım ile kalbim bir bütün olmuş şekilde ayağa yeniden
kalkacak. Yıllardır kimseye âşık olamamaktan şikâyet edip duran mantığım ve
beynim bu cezayı hak etmişti.
Bu hikâyenin bir sonu yok. Kerem
kötü biri mi? Yoksa gerçekten tanıdığım o iyi adam mı? Bilmiyorum. Onunla
geçirdiğim zaman sahte miydi? Yoksa hepsi gerçekten hissedilmiş miydi?
Bilmiyorum. Kalbim Kerem’i bugün görse ona sarılmak için beklerken ben hiçbir
yorum yapamam. Bunca yıldır mantığım beni sevgisizliğe mahkûm etmişken kalbim
bir çıkış yolu buldu ve sevginin nasıl bir şey olduğunu bana yeniden
hatırlattı. Kalbimi dinleyeceğim çünkü bunu ona borçluyum.
Evet, sevgili okuyucum bu hikâyeye
bir son yazamam çünkü yazılacak hiçbir son benim kararlarım sonucunda
yaşanmayacak zaten hikâyede hiçbir şey benim kararlarım sonucunda yaşanmadı. Kerem
bugün gel dese koşmak için can atan bir kalbim varken bu sonu ancak Kerem
yazabilir.
Aslında hikâye nasıl başladıysa öyle
bitecek Kerem başlattı, Kerem sürdürdü ve sonunu da o yazacak...
SON SÖZ…
Toplum içinde yaşıyoruz ve ister
istemez insanların sahteliklerinden etkileniyoruz.
Tüm kötülüklere inat içinizdeki
iyiliğe sarılın ve sahte gerçeklikler içinde kalbinizin sesini dinlemeyi
unutmayın. Günler karanlık ve sahte samimiyetlerle dolu olabilir ama inatla
kalbinizi dinlerseniz sizi ait olduğunuz, ait hissettiğiniz yere bir gün
elbette götürecektir. Kalbiniz acı mı çekiyor? Bırakın acısını çeksin ve
sessizce yasını tutsun, elbet bir gün iyileşecektir.
Unutmayın bu kitabın adının “Çok
Sevgili Bazı Sahte Gerçekler” olmasının bir anlamı var. İnsanlar günümüzde
sahteliklerden sürekli şikayetçi olma durumunda ve eminim sevgili okuyucum sen
de şikayetçisin. Fakat kendimize dönüp bakıyor muyuz hiç? Başkalarının sahteliklerine
kolayca sahte diyebilirken kendimize ne kadar kolay gerçek diyoruz. Oysa hiç mi
içinde sahtelik yok? Hiç mi rol yapmıyorsun? Hiç mi insanlarla konuşurken kafanda
bir satranç tahtasındaymışçasına hamleler kurgulamıyorsun? Eğer bunları hiç
yapmıyorum diyorsan seninleyim ama çoğumuz yapıyor. O yüzden bizlerin
gerçekliği sadece çok sevgili sahte bir gerçeklik oluyor ama sana bir şey
söylemeliyim. Asla yeterince dürüst değilsin, tıpkı bu hikâyenin konusu olan
Aslan Kral gibisin, Aylin gibisin, tıpkı bu kitabın içerisinde geçen diğer tüm karakterler
gibisin. Senin gerçeklerinin özünde aslında sahte gerçeklikler olduğunu
göremiyorsun.
O yüzden sevgili okuyucum, bu kitap
senin çok sevgili sahte gerçeklerini selamlamak için yazıldı.
Ve çok sevgili bazı sahte gerçekler
bitti…
Yorumlar
Yorum Gönder