1.BÖLÜM
Şimdi burada hepinizin günlük hayatında yaşadığı bazı zorluklardan bahsetsem büyük ilgi ile okursunuz. Hadi hepimizi bırakalım sadece nadir yaşanan korkunç, tiksindirici ve dehşet dolu gerçeklerden bahsetsem onu da büyük bir ilgili ile okuyabilirsiniz. Ama ben sizlere bunların hiçbirinden bahsetmek istemiyorum. Ben sizin yaşadıklarınızla ilgilenmiyorum. Ne nereye gittiğinizle, ne de nerede ne yaptığınızla ben bunların hiçbiri ile ilgilenmiyorum. Ben sizin nasıl hissettiğinizle ve hissettiğinizi sandığınız sahte duygularınızla ilgileniyorum.
Ben size hayatınızın ya da hayatın kendisinin nasıl boktan bir orospu çocuğu olduğunu söylemeye gelmedim. Ben sizin içinizde nasıl boktan bir orostopulun yaşadığını söylemeye geldim.
İçlerinizde şeytanlar dolaşıyor. Evet evet bu satırları okuyan senin içinde, ister kabul et istersen de bana siktiri çek ve daha fazla okuma burada bırak, iki türlüde umurumda değilsin. Lakin okumaya devam edersen emin ol içindeki orostopolu elbet bir yerlerden yakalayacaksın. Sonra ağzını burnunu mu kırarsın yoksa iki kadeh doldurup karşına oturtup onunla kadeh mi tokuşturursun bilemem. Benim tek bildiğim şey artık o orostopolluk yapan orostopol ile tanışmanız gerektiği.
Nasıl mı?
Her bölümde bir orostopol anlatacağım size ve siz de onu yakalayacaksınız.
Yazar: Deniz KURAL
Yayınlanmaya Başladığı Tarih: 18.09.2020
Tüm Hakları Deniz Kural aittir.
1.BÖLÜM
“Ay ne okudum ben?
Bu iş nereye gidiyor?
Bildiğin içinde yaşadığımız hayat bu!”
Her okuduğun hikâyeden sonra bu cümleleri kurabilirsin baştan peşin peşin söyleyeyim çünkü sonradan ben bilmiyordum gibi ifadeleri kabul etmeyeceğim.
KIZIM OKU ABLAN GİBİ OLMA…
Yine sıkıcı günlerden birinde dükkâna bir
müşteri dokuz on yaşlarındaki kızıyla birlikte girdi, kadın acayip süslüydü ve kızını
da müthiş süslü giydirmişti. Durumu hemen anladım dedim ki “Aylin kaç bunlara
hiç yaklaşma, bu şımarık kız ve züppe kadınla uğraşamazsın sana göre değil” ama
yok illa beni bulacak ya kadın bana seslendi
“Bakar mısın?” Mısın.. Mısın.. Kadına bak!
Kibar ama asla siz diye bilecek kadar kibar değil, ukalalığını ve
görmemişliğini her halinden akıtacak ancak o şekilde kendini iyi hisseder.
“Tabi bakarım ne demek” diyerek yaklaştım
kadının yanına. Kadın eliyle raflardaki elbiseleri işaret etti. “Şunu denemek
istiyorum, şunu, şunu, şundan da… Aaa bak şu da olsun, bak bu mutlaka olsun, ay
şuradaki pantolondan da getir, o pantolonun üstüne bir gömlek getir eee hadi
bakalım sen bunları getir ben kabinde bekliyorum” Kadın bana bakmadan çekti
gitti kabine, küçük kız da annesinin peşinden yol aldı tabi ama kafasını
elindeki telefondan bir an olsun kaldırmadı.
Kadının tüm istediklerini aldım gittim
kabinine astım başladım kadının kıyafetleri denemesini beklemeye, küçük kız da
kabinin karşısındaki koltuğa oturmuş annesini bekliyor ve elinde hala telefon
var, biraz mutsuz göründüğünü fark ediyorum. Kısa süre sonra kadın bir
elbiseyle dışarı çıkıp kırmızı ve mavisinden de istediğini, denemesine gerek
olmadığını söylüyor. Peki diyorum ve kadın kıyafetleri denerken unutmamak için
kırmızı ve mavi elbiseleri alıp kasanın arkasına bırakıyorum. Kabinlere
yaklaşırken küçük kızın annesi ile olan diyaloğuna şahit oluyorum.
“Bana ne ya ben okula gitmek istemiyorum?
Sevmiyorum oradaki çocukları”
“Bana bak kızım okula gideceksin baban
dünyanın parasını veriyor o okula, arkadaşlarının analarına da gıcığım zaten,
sen de gidip derslerini iyi tutacaksın. Okul önemli, okumak çok önemli, bak
bize nasıl paramız var. Senin her istediğini alıyoruz”
“Bana ne ya, öğretmen çok ödev veriyor.
Ben sevmiyorum okulu, hem babam da sen de okumamışsınız ki demek okumadan da
zengin olunabiliyor”
“Baban şanslıydı, herkes onun kadar şanslı
olamaz. Tanıdıkları ona inşaat işlerini verdi ve başka işlerde…”
Artık kendimi göstermenin vakti gelmişti köşeyi
dönüp “Ben elbiseleri bıraktım kasaya, başka alacağınız bir şey var mı?” dedim.
Kadın ukalalık yaparak egolarını benimle
tatmin etmeyi kafasına koymuştu bir kere, alışveriş yapmak için alışveriş
merkezine gelen tiplerden değildi. O, alışveriş merkezinde parasıyla hava atıp
egolarını insanlara kötü davranarak tatmin etmek isteyenlerden biriydi. “Ne
kadar uzun sürdü sizin elbiseleri kasaya bırakmanız. İki saattir size
sesleniyorum, bu kadar ilgisiz olunmaz ki… Ben buranın devamlı müşterisiyim
ayıp”
İki yıldır o mağazada çalıştığım halde
kadını ilk defa görüyordum, çaktırmadan küçük kıza baktım kız annesinin
yalanını duyunca başını sallayıp umursamazca telefonuna döndü. Kadınsa beni
azarlayarak konuşmaya devam etti. “Bu kabindeki her şeyi alıyorum. Derhal kasaya
getirin”
Derhal… Ha ha ha dangalağa bak sanırsın
orduda emir eriyim. Yine hiçbir duygu kırıntımı belli etmeden kasaya gittim
mesai arkadaşlarımdan en sevdiğim Şükran kasadaydı. Ona elbiselerin
hangilerinin alındığını gösterirken kadın da kızı ile kasanın önünde
konuşuyordu.
“Hayır okumak istemiyorum”
“Bak kızım oku ve bu ablalar gibi olma…” Şükran’la
birlikte aynı anda bilgisayarın ekranına bakan kafalarımızı kaldırıp kadının
suratına baktık. Kadın hala büyük bir gurur ve ukalalık ile suratımıza sırıtıp
kızına bizi işaret etmeye devam etti. “Bak okumazsan bu ablalar gibi bize
hizmet etmek zorunda kalırsın.”
Artık sabrım tükenmişti, başlarım böyle
müşteri memnuniyetinin içine, atağa kalktım Şükran elimi tutup beni durdurdu.
Derin nefes alıp tekrar bilgisayar ekranına baktım. Kadınsa konuşmaya devam
etti. “Bak kızım okumamış insanlar böyle üç kuruş paraya zenginlere hizmet
etmek zorunda kalırlar”
Beynim yanmıştı artık Allah ne verdiyse
girişecektim başka yolu yoktu. Şükran yine elimi tuttu hızla elimi çekip kadına
diktim gözlerimi, ellerimi belime koymuştum. Kadın kendisine cevap vermemi
bekliyordu ama gözlerinde asla bir korku ya da endişe olmaksızın, en ufacık
utanma duygusu taşımaksızın bakıyordu suratıma, ben aniden küçük kıza çevirdim
kafamı ve gülümseyerek konuştum.
“Annen yanılıyor tatlım, iyi bir hayatının
olması için okumana gerek yok çünkü bu ablalar okudular. Ben yüksek mühendisim
ve iki yıldır iş bulamadığım için buradayım. Yanımda gördüğün diğer abla ise
tarih öğretmeni ve atanamadığı için burada çalışıyor. Yani tatlım sen doğru
yoldasın, okumana hiç gerek yok. Annen gibi ol sen, genç yaşta zengin bir
adamla evlen ve onun parasını ye, ya da annen iyi bir dayı bulsun sana çünkü o
seni okul okumasan da güzel bir işe sokar. Ya da bir diğer ihtimal var. Bu
ihtimal ise senin yeteneğine bağlı, gerçi babanın zengin olma şekline bakarsak
sen de becerebilirsin. Yalakalığı iyi öğren, işten kaytarmayı ama çok
çalışıyormuş gibi görünmeyi iyi öğren, çevreni geniş tut çünkü ilerde şirkete
göstermek için sahte faturalara ihtiyacın olabilir, yanar döner konuşmayı ve
yalancı olmayı ise sakın ihmal etme. Eğer bu şartları göze alabiliyorsan
okumana hiç gerek yok ablacım… Bak biz okuduk buradayız, sen boşuna çocukluğunu
ve gençliğini ilim bilim uğruna sıralarda feda etme…”
Tabi ortalık fena karıştı, kadın ben
konuşmamı bitirene kadar dondurulmuş gibi durdu ama sustuğum anda üstüme
atladı. Mağaza bir anda olay yerine döndü kadın kasayı dağıttı, arkadaşlar
kadını tutmaya çalıştılar ve bizim yalaka müdür bozuntusu ininden (yani odasından)
kafasını çıkartmayı başarıp olay yerine intikal etti. Yalakanın ilk söylediği
şey de “Aylin git dışarı hava al” oldu. Tabi ben dışarı çıkacaktım o da kadını
dinleyip “Evet efendim, haklısınız efendim” diyecekti. Ha ha ha o tavırları bir
görseniz gül gül ölürsünüz ve sanırsınız müşteri memnuniyetine çok önem
veriyorlar. Şükran girdi koluma “Hadi” dedi “Artık itiraz etme gidelim. Kadın parçalayacak
seni!”
Kadın arkamdan bağırırken dükkândan çıkıp
gittik artık kadının gösterişte var olan kibarlığından eser kalmamıştı. Şimdi
kadının içindeki orostopolu herkes görebiliyordu.
ENERJİNİZ ANTİKOR ÜRETMENİZE YETMİYOR…
Yeni bir kural getirmişler avm çalışanları ziyaretçilerin olduğu yerlerde sigara içemezmiş, bize alışveriş merkezinin en ücra kapısını gösterdiler ve artık sadece burada sigara içebilirsiniz dediler. Dükkândan çıkıp gösterdikleri mal kabul kapısına gidene kadar on dakika geçiyordu ve zaten bizim molalarımız on beş dakikaydı ama bu Allah’ın unuttuğu oturma şansımızın bile olmadığı ücra yerde sigara içip mola yapmamızı istiyorlardı, hele kışları tamamen korunaksız delicesine rüzgârlı bir alandı burası. Ha ama sorsan dünyada artık kölelik yok derler.
Şükran, hızla gidip asansörü çağırdı
cidden o lanet sigara içme alanına gideceğimi sanıyordu. Bir anda ona bir şey
söylemeden en yakın açık alana yürümeye başladım. Şükran koşarak geldi “Nereye?
Mal kabul kapısında içeceğiz sigarayı”
“Ya Şükran Allah aşkına zaten kovulacağım,
bir huzur ver.”
Şükran tedirgindi tabi ama bana diyecek bir
sözü de yoktu ikimizde biliyorduk kovulacaktım. Açık alana çıktım derin bir
nefes alıp cebimden bir sigara çıkarttım ve daha sigaramı bile yakmadan bir
tane kraldan çok kralcı güvenlik bitti dibimde.
“Burada çalışanlar sigara içemez, yönetime
haber veririm”
“Git istediğin yere haber ver yalnız şunu
da söyle benim yalaka müdürle, sırık müdür bana bir kahve yollasın böyle
olmuyor kuru kuru” dedim.
Kraldan çok kralcı olan, kendisini
dünyanın en önemli işini yaptığını söyleyerek kandıran güvenlik suratıma bir
iki saniye dik dik baktı. Kuralları biliyordum ve buna rağmen kendisine dikleniyordum,
o yüzden olsa gerek benimle daha fazla uğraşmaya gerek duymadan yanımızdan
uzaklaştı. Sigarayı yakıp oturdum sandalyeye ve etrafı incelemeye başladım. Alışveriş
merkezi haftanın her günü ve her saati doluydu, gencinden yaşlısına, kadınından
erkeğine herkes her an buradaydı. Bir bizdik herhalde sürekli çalışması
gereken, bir bizdik herhalde sürekli köpek gibi sağa sola koşturan, çalışmaktan
doktora gidecek vakit bile bulamayan bir bizdik...
Karşı masada bir karı koca ve küçük
çocukları yemek yiyordu daha doğrusu adam ve kadın yemeklerini yiyor
yanlarındaki çocuk ise hiç durmadan delicesine bağıra bağıra ağlıyordu. Sigaramın
dumanını üflerken kadınla göz göze geldik, kadın ona dik dik baktığımı
anlamıştı ama hemen başını çevirdi. Çocuk bağıra bağıra ağlamaya devam ediyor
önündeki yemekten ufak ufak yere atıyor ve masadaki tuzu, biberi her yere
döküyordu. Çocuğun sesinden Şükran’ın bana seslendiğini bile duymamıştım.
“Hey Aylin!”
“Ne var?”
“Müdür çağırıyor, mesaj atıp gelin yazmış.
Ayrıca sırıkta gelmiş”
“Boş ver, beni kovmak için biraz daha
beklesinler”
Çocuğu tekrar izledim rahat on dakika
olmuş ağlamaya devam ediyordu. Onların masasının etrafındaki herkes rahatsız
olmuş hatta birkaç kişi onlardan uzaklaşmak için yerlerini bile değiştirmişti
ama kadın ve adam sanki çocuğun sesini duymuyordu. Moda oldu çocuğu kendi
haline bırakmak, çocuğu rahat bırakacaksın ki kendini bulabilsin, karakteri
oluşurken çocuğu sıkmayacaksın vesaire vesaire… Bu nasıl saçmalık? Biz öyle
ağlasak, tepinsek annemiz bırak öyle rahat rahat yemek yemeyi etrafı rahatsız
ettik diye utancından girecek delik arardı ve sonunda annemizden ya bir şamar
yer susardık ya da elimizden tuttuğu gibi annemiz bizi eve götürürdü.
Şimdikiler bir rahat bir rahat umurlarında değil hiç kimse, onların çocuğu
çocuk ama bizim kafa, kafa değil. Sanki herkes dinlemek zorunda onların şımarık
veledinin bağırmasını. Bu modernlik ya da çocuk psikolojisini kötü etkilememek
adına çocuğu dövmemek, kızmamak, iyi ana babalık yapmak değil. Bu bildiğin
görmemişlik, görgüsüzlük, çevreye verdiği gürültü rahatsızlığını, ses
kirliliğini hiç hesaba katmamak. Ama sorsan çocuğa hep organik malzemeden
yapılmış oyuncaklar alıyorlardır, sağlıklı besliyorlardır, çocuk kitapları
okuyup doğaya faydalı ve duyarlı bir birey yetiştirmeye çalışıyorlardır. Eee söyleyin
o zaman, psikologlar sürekli demiyor mu çocuğa nasıl örnek olursanız çocuk o
şekilde bir insana dönüşür diye. Sen, siz, analar, babalar, çocuklarınız
bağırırken susarak zincirlerinizi çocuğa vermiş olmuyor musunuz? Çocuğa çevre
duyarlılığını, toplum kurallarını hiçe saymayı, gürültü kirliliğinin önemsiz
olduğunu, her yerde istediği gibi davranarak başkasının da haklarını
çiğneyebileceğini öğretmiş olmuyor musunuz? İnsanlar sizin yüzünüzden, sizin
şımarık velediniz yüzünden yer değiştirmek zorunda mı? Bu şekilde mi çocuklara
duyarlılığı öğreteceksiniz. Çocuklarınız neyi görse neyi istese alır oldunuz. Oyuncak
arabalar, bebekler vesaire her şeyi alıyorsunuz ama her şeyin de en dandiğini
alarak çocuklarınızı şımartıyor ve onları tüketmeye odaklı, doyumsuz bireyler
olarak büyütüyorsunuz. Şimdi ana-babalar tek bir kelimeme takıldılar “Ne demek
en dandik oyuncağı alıyoruz? Biz çocuğumuza hep en pahalı, en kaliteli oyuncağı
alırız”. Ya ya tabi en iyisini alıyorsun. Yahu çocukken sizin hiç oyuncağınız
olmadı mı? Ya da internette falan Avrupadaki Amerika’daki üretilen oyuncakları
hiç görmediniz mi? Arkadaş yurtdışında üretilen
o bebeklerin, arabaların, oyuncak evlerin, evcilik setlerinin, yap-bozların
güzelliğini size anlatamam, doksanlarda da çok güzeldiler ama şimdi yoklar. Ülkedeki
oyuncakçıları hiç gezdiniz mi? Peki
doksanlarda hiç oyuncakçıları dolaştınız mı? Şimdi lütfen ikisini de
gözlerinizde canlandırın ve aralarındaki beş farkı bulun. Yahu bundan en az on
beş yıl önce oyuncak dükkanlarına girdiğimde neler neler olurdu, çeşit çeşit
setler, bebekler, toplar, arabalar, trenler ve her keseye göre de illa bir
şeyler çıkardı alınabilecek.
Şimdiki dükkanlara bakıyorum hiçbir halt
yok, öyle artık her dükkânda bebek evi bile yok, oyuncaklar hep dandik dandik
eline alıyorsun kalitesiz. Şimdi yine firmaları suçlayacaksınız “Çabuk kırılsın
da yenisini alalım diye öyle yapıyorlar” diyeceksiniz ama olay hiç öyle değil işte.
Sizler çocukları telefonlara, tabletlere bağımlı yaptınız, çocuklar artık
kendileri oyun kuramıyor ve kurgulayamıyorlar. Sen eline en süper bebekleri,
bebek evlerini de versen çocuk yanında bir yetişkin olmadan senaryo yazıp tek
başına oyun oynayamıyor. Eee durum böyle olunca neden adamlar daha fazla
çeşitli oyuncak üretsin ki, neden kaliteli mal yapsın sana, neden ülkeye daha
güzel oyuncaklar getirsin? Ne gerek var adamların kendisini yormasına, dandik
mandik zaten her bulduğunuzu alıyorsunuz. Ama siz bunların hiçbirini düşünmeyin
yine olur mu? Siz sadece çocuğa bağırmamak ve vurmamak üzerine programlayın
kendinizi, eminim o çocukta ağlarken sizin ona vurdumduymaz davrandığınız gibi
büyüyünce de dünyaya o şekilde davranacak. Vurdumduymaz, istediği şeyi istediği
an almaya alışmış, bencil, dar bakış açılı, dünya yansa umurunda olmayan
bireyler olacaklar. Neden kızıyorsun ki şimdi bana? Neden ben şimdi çok bilmiş
oldum ki? Senin içindeki orostopol değil mi çocuk orada tepişirken, masadaki
yemekleri yerlere atarken, avazı çıktığı kadar bağırıp çığlık atarken
vurdumduymaz şekilde yemek yiyen, sensin o işte, senin içindeki orostopolun ta
kendisini anlatıyorum ben, bana niye kızıyorsunuz anlamadım…
“Hadi artık yarım saat oldu gidelim”
“Ne meraklıymışsın kovulduğumu görmeye”
“Aşk olsun olur mu öyle şey? Yarım saattir
sustun oturuyorsun farkında değilsin, herhalde sinirden”
“Olur olur... Aşkta olur meşkte olur…”
Dükkâna gittiğimizde kızlar sırık ile
müdürün beni ofiste beklediğini söylediler. Ofise girdiğimde iki haysiyetsiz oturmuş
beni bekliyordu, sırık vakit kaybetmedi. “Seni beklediğimizin haberini
almışsındır, neden gelmiyorsun?”
“Çabuk çabuk yanınıza gelseydim bana söyleyeceklerinizi
ya da fikrinizi mi değiştirecektiniz?”
“Ne söyleyeceğimi nereden biliyorsun?”
“Tamam, söyleyeceğinizi söyleyin bakalım
şaşıracak mıyım?”
Sırık bana oturmamı işaret etti,
karşısındaki sandalyeye oturdum. Ellerini masanın üzerinde birleştirerek
sırtını dikleştirdi, üstünlüğünü vücut diliyle bana göstermek ve beni sindirmek
istiyordu. Bizim şu Sırık aslında komik adamdı, kişisel gelişim kitapları okur
kendini geliştirmeye çalışırdı fakat komedi filmlerindeki okuduğunu olduğu gibi
uygulayan ve başına türlü türlü işler açan sakar avanaklar gibi olur, kendini asla
bir adım ileri taşıyamazdı. İplemez şekilde sırıttım, sırık gıcık olmuştu
tavrıma ama bozuntuya vermedi.
“Müşteriye karşı gösterdiğin tavırların
kabul edilemez zaten uzun zamandır çalışma arkadaşlarınla da aranda problem
vardı.”
“Bir dakika, ben burada çalışan kimseyle
tartışmadım”
“Doğru, ama arkadaşlarının söylediklerini
hiç önemsemiyor, bir konu hakkında kimsenin fikrini dinlemeden hemen cevap
veriyor sonra da işe koyuluyorsun, hatta bunu bana bile yapıyorsun”
Daha fazla dayanamayıp kahkahayı bastım,
iki orostopol suratıma şaşkınca bakıyordu. “Vallahi bay sırık buradaki insanlar,
yani buna siz ikinizde dahil biraz geri kalmışsınız. Ya da çok pardon
jetonlarınız geç düşüyor. Ben sizler konuşmadan ne istediğinizi anlayıp hemen
ona göre reaksiyon gösteriyorum. Sizler ne istediğinizi söylemeden ben size o
işi tamamlayıp teslim ediyorum. Tüm bunları yaparken konuşma gereksinimi de
duymuyorum. Arkadaşlarıma gelince, üzgünüm ama sizin sabahları boş konuştuğunuz
gibi onlarda her an boş konuşuyorlar çünkü ne yazıktır ki çok genç olmalarına
rağmen dünyanın şatafatına aldanıp gerçek zenginlikleri görmüyorlar, sanki kör
olmuşlar. Gençliklerine rağmen ellerindeki sanal hayatlar onlara yetiyor, boş
işler onlara yetiyor. Bazen düşünüyorum, acaba sizler bu boş işler peşindeyken
vücutlarınız biriken enerjilerini nasıl dışarı atıyor? Ama cevabı aslında çok
basit. Yaptığınız entrikalar ve söylediğiniz yalanlar ortaya çıkmasın diye
çabalarken enerjiniz tükeniyor öyle ki enerjiniz tamamen bitiyor ve sizi yemeye
başlıyor. Hatta dikkat edin bu metabolizmalarınızda bile gözlenebilir, bu dükkânda
herkes grip oluyor, domuz gribi bile oldunuz. Biri iyileşti sonra diğeri hasta
oldu, sonra o da iyileşti diğeri hasta oldu, sonra hastalanmış iyileşmiş olan
bir daha hasta oldu. Dükkânda hastalık dönüp duruyor. Sizler bunu klimalara ve birbirinize
bulaştırmanıza bağladınız, oysa vücutlarınız antikor üretip tekrar hasta olmanızı
engellemeliydi ama engel olmadı. Çünkü antikor üretecek enerjinizi bile
orostopolluk peşinde harcıyorsunuz, burada çalışanların %80’ni bu yüzden hasta
oluyor. Ben hiç hastalanmadım. Neyse sonuç şu; siz benim gibi iyi çalışanlardan,
doğruları söyleyenlerden korkuyorsunuz çünkü sizlerden güçlüyüz çünkü
metabolizmamız bile sizinkinden güçlü. Siz daha ağzınızı açmadan ben her şeyi
anlıyor, sizin kötülüklerinizi etkisiz hale getirecek duvarlar örüyorum
etrafıma. Siz kuş beyinliler bunu ne olarak yorumluyorsunuz bilemem ama ben
bunu sizin acizliğiniz olarak yorumluyorum. Söylediklerimi ukalalık ya da kibir
olarak adlandırmayın lütfen çünkü bu kolaya kaçmak olur. Oysa ben kolay
değilim, aksine hayatın olması gerekenim, ben az sayıda kalan sahte olmayan
insanlardanım. Yeter artık bu kadar konuşma siz bana ne diyecektiniz?”
Sırık düşen omuzlarını öfkeyle kaldırıp
“Kovuldun! Eşyalarını şimdi topla ve git, mesaini bitirmene gerek yok. Bu çıkış
kağıtlarını da imzala” dedi.
Kağıtları alıp incelemeye başladım, ofiste
sadece sırığın öfkeli nefes alıp vermeleri duyuluyordu. Bir beş dakika sonra gülümseyerek
“Tamamdır, bir problem görünmüyor” dedim ve imzayı çaktım.
Odadan çıkıp dolabımı toplamaya gittim.
Eşyalarımı aldım ve Şükran dahil kimsenin suratına bakmadan dükkânı terk ettim,
bir daha da hiçbirini görmedim. Kulağa komik gelebilir ama kovuldun kelimesini
duyduğumda rahatlamıştım hem de çok, sanki benim psikolojimi bozan, karakterimi
sindirmeye çalışan, hayatı gri görmeme neden olan bir şeyler vardı o dükkânda
ve çantamı alıp çıktığım an o grilik kayboldu ve yeniden nefes almaya başladım.
Şimdilerde oradan bana geriye tek kalan şey orostopolluğu öğrenmiş olmam oldu. Sizlere
orostopol olmanın ayrıntılarını gösterebilmemi sağladılar.
Zaman geçti kafamda hep bir soru kaldı “neden
orada çok sıkılıyordum?” Lakin çok sonraları bu sorunun cevabını da gerçek
anlamda öğrendim, meğer bir meslek hastalığı varmış; Bir bireye
kaldırabileceğinden ve potansiyelinin çok üstünde, yüksek sorumluluk gerektiren
işler verirseniz o birey depresyona girermiş. İşte bizim yalaka müdürün meslek
hastalığı buydu... Birde bunun tam tersi varmış; bir bireye kendi
potansiyelinin çok altında işler verirseniz, zekasını doğru kullanmasına
müsaade etmez basit işler peşinde koşturursanız, sürekli aynı rutinde dönüp
durmasına neden olursanız, o birey bir süre sonra zekasının ve potansiyelinin
boşa harcandığını düşündüğü için depresyona girermiş. Ben belki biraz daha
güçlü olduğum için depresyona girmemiş, etrafı siyah görmeye başlamamıştım ama inkâr
etmeyeceğim, gri görmeye başlamıştım.
Yorumlar
Yorum Gönder