3.BÖLÜM




Şimdi burada hepinizin günlük hayatında yaşadığı bazı zorluklardan bahsetsem büyük ilgi ile okursunuz. Hadi hepimizi bırakalım sadece nadir yaşanan korkunç, tiksindirici ve dehşet dolu gerçeklerden bahsetsem onu da büyük bir ilgili ile okuyabilirsiniz. Ama ben sizlere bunların hiçbirinden bahsetmek istemiyorum. Ben sizin yaşadıklarınızla ilgilenmiyorum. Ne nereye gittiğinizle, ne de nerede ne yaptığınızla ben bunların hiçbiri ile ilgilenmiyorum. Ben sizin nasıl hissettiğinizle ve hissettiğinizi sandığınız sahte duygularınızla ilgileniyorum. 

Ben size hayatınızın ya da hayatın kendisinin nasıl boktan bir orospu çocuğu olduğunu söylemeye gelmedim. Ben sizin içinizde nasıl boktan bir orostopulun yaşadığını söylemeye geldim. 


İçlerinizde şeytanlar dolaşıyor. Evet evet bu satırları okuyan senin içinde, ister kabul et istersen de bana siktiri çek ve daha fazla okuma burada bırak, iki türlüde umurumda değilsin. Lakin okumaya devam edersen emin ol içindeki orostopolu elbet bir yerlerden yakalayacaksın. Sonra ağzını burnunu mu kırarsın yoksa iki kadeh doldurup karşına oturtup onunla kadeh mi tokuşturursun bilemem. Benim tek bildiğim şey artık o orostopolluk yapan orostopol ile tanışmanız gerektiği. 


Nasıl mı? 


Her bölümde bir orostopol anlatacağım size ve siz de onu yakalayacaksınız. 



Yazar: Deniz KURAL  


Yayınlanmaya Başladığı Tarih: 18.09.2020


Tüm Hakları Deniz Kural aittir.


 

 BAZEN İŞ AYAĞINIZA GELİR…

 

Beş kuruşsuz evimdeki kanepede oturmuş internette önüme düşen tüm iş ilanlarına başvuru yaparken Mellon çat kapı geldi ve beni zorla dışarı çıkarttı. Yani arkadaşın işsiz ise parası yoksa ise onu mutlaka dışarı çıkart bir kahve bira falan ısmarla arkadaşın sana minnet duyar ama eve depresifliği iki kat artmış şekilde döner çünkü kendisi ekmek bile alamazken kafelerde, restoranlarda, sokaklarda hiç düşünmeden su gibi para harcayanlar ona kendisini kötü hissettirebilir. Hem moral olsun diye arkadaşın seni dışarı çıkartacak masraflarını çekecek hem de sen başka para harcayanları görüp depresyona gireceksin eee yok artık kardeş! Biraz barış kendinle, bak bana bende de para yok ama hiç umurumda değil, lütfen birazcık görmüş olun milleti kafaya takmayın hocam! Hey parasını çarçur edenler siz de azcık fakir fukaraya yardım edin siz de öyle çok sütten çıkma ak kaşık değilsiniz.

 

Gittik oturduk bir kafe-bara birer bira söyledi Mellon, biram gelince bir sigara yakıp başımı hafif geriye atarak derin bir nefes çektim ve dumanımı üflerken karşı masamdaki en az benden on yaş büyük yakışıklı ile göz göze geldim. Ne yapsam? Nereye kaçsam? Tepki versem mi? Önüme mi baksam? Beni tanımış mıdır? Soruları beynimden hızla geçerken adam hiç tahmin etmediğim şekilde bana başıyla selam verip gülümsedi. Beni tanımıştı! Çaresiz tereddüt ederek ben de başımla ona selam verdim. Adam selamımı alır almaz ansızın ayaklandı ve bana doğru yürümeye başladı. Amanın bittim ben geliyor! Kızım Aylin ağır bir laf yemeye hazır ol çünkü sen bunu hak ettin.

 

Masamızın yanına gelip ayakta dikilirken sevecen bir şekilde Mellon’a gülümsedi ve bana dönüp “Biraz oturabilir miyim? Sizinle konuşmak istediğim bir konu var” dedi. Haydaaa lafını sok git adam illa ki uzatmamız mı lazım bu işkenceyi…

 

“Tabi buyurun Cengiz Bey” dedim kendimin bile şaşırdığı bir nezaketle ama yapacak başka bir şeyim yoktu.

 

Karizmatik bir eda ile boştaki bir sandalyeyi çekip oturdu ve dirseklerini masaya dayayıp ellerini birbirine kenetledikten sonra gözlerini bana dikti. Adamın her yerinden karizma akıyordu, Mellon bile ağzı açık Cengiz beyi seyre dalmıştı üstelik Cengiz bunların hiçbirini isteyerek yapmıyordu biliyordum çünkü tüm beden dili ben doğuştan böyleyim kızlar diye haykırıyordu.

 

“Aylin hanımdı değil mi?”

 

“Evet”

 

“Aylin Hanım, kitabevine geldiğiniz günü hiç unutmadım. Sizi bulabilmeyi çok diledim, hatta o gün arkanızdan dışarı bile çıktım ama esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldunuz.”

 

İçimden kahkaha atmıştım, adam doğaüstü yeteneklerim var sanmış olmalıydı oysa ki yandaki kafede saklanmıştım.

 

“Adeta doğaüstü yetenekleriniz var gibi bir anda kayboldunuz.”

 

Şaşırmıştım fakat belli etmedim. “Neden peşimden gelmek istediniz?”

 

“Çünkü aklımı başıma getirdin ve tüm söylediklerinde haklıydın. Ben karşımdaki kişinin potansiyelini bilmeden işveren klişeleriyle sana sorular sorup durdum, hatalıydım. Eğer hala iş arıyorsan senin gibi dobra birisiyle çalışmak isterim.”

 

Afallamıştım ve Mellon’a baktım. Mellon, ne duruyorsun kabul etsene dercesine başını salladı. Kem küm ederek konuşmaya başladım. “Cengiz Bey, ben ben iş bulmuştum ama bulduğum işten de ayrılmak zorunda kaldım.”

 

Adam üzgün görünmeye çalışmıştı ama mutlu olduğu belliydi. “Öyle mi? Üzüldüm gerçekten.”

 

“Neden ayrıldığımı sormayacak mısınız?”

 

Adam kendinden emin şekilde başını salladı. “Hayır sormayacağım çünkü nedenini tahmin edebiliyorum. İnsanların çoğu düşüncelerini hiç çekinmeden dillendirenlerden korkarlar. Dürüstlük isterler fakat gerçekten dürüst birisi ile karşılaştıklarında ise korkarak uzaklaşmayı tercih ederler çünkü inanamazlar. Hayatlarında çok az dürüst bireylerle karşılaştıkları için bu durum onlara yabancı gelir. Karşısındakini de kendileri gibi yalancı, içten pazarlıklı gibi düşünmek onlara iyi hissettirir ve senin yalancı, hilekâr olduğuna inanmayı tercih ederler. İnsanların önüne bir olayı tüm gerçekliği ile gözler önüne sersen bile çoğu zaman yine onlar inanmak istediklerine inanırlar. Psikoloji ve inanç karma karışık bir meseledir, ne yazık ki bu karmaşıklığı düzeltmek içinde elimizden bir şey gelmez.” Karizmatik adamım sandalyesinde arkasına yaslandı. “Neyse çok derin mevzulara girmeye başladım burada bu konuyu kapatalım. Eee benim teklifime ne diyorsun?”

 

Ağzım açık kala kaldım ne diyebilirdim ki senin gibi hem karizmatik hem zeki patron bulmuşum ben bu işe Allah derim diye bağırmak gelmişti içimden ama tek kelime edemedim, Cengiz beyin karizmasına kişiliği de eklenince hayranlığım resmen on kat artmıştı. Bardan ayrılma sebeplerim bahsettiği şeylerle ilgili değildi ama alışveriş merkezindeki işimden atılma sebebim tam olarak bahsettiği nedenlerden ötürüydü.

 

Ben karizmatik adamımın suratından gözlerimi alamamışken Mellon sessizliği bozdu. “Çok doğru söylüyorsunuz beyefendi ama Aylin’in bir üslup sıkıntısı mevcut onu biraz törpülemesi lazım çünkü kendisi yıpranıyor. Herkes ile her şey konuşulmaz ki, herkes her söyleneni kaldıramaz”

 

Yok artık! Mellon benden yana mıydı yoksa bana haksızlık etmişlerden yana mı? İşi almamı istemiyor mu bu kız?

 

“Haklısınız hanımefendi” dedi Cengiz Bey ve sakince konuşmasına devam etti. “Fakat Aylin Hanım bana çok sert sözler söylemiş olmasına rağmen onun bir üslup sıkıntısı olduğunu düşünmüyorum aksine tam yerinde bir tavır sergiledi eğer bana durumumu başka bir dille anlatmaya çalışsa inanın yaptığım hatayı anlayamazdım. Bence o insanlar onun sabrını zorlayana kadar kibar bir dille ne düşündüğünü anlatıyor ve görüyor ki kibar davrandığında karşı taraf kendisini anlamamış işte o zaman karşısındaki kişinin anlayacağı dilde konuşmaya başlıyor.”

 

Heyecanla masaya vurdum. “İşte bu! Helal olsun adam sana” Mellon şok olmuştu, Cengiz Bey ise tatlı tatlı gülümseyerek başını önüne eğdi. “Yani yani Cengiz Bey, çok özür dilerim gerçekten… Ben ne diyeceğimi bilemiyorum ama o kadar iyi anlattınız ki beni… İnanın bu kadar kısa sürede beni bu kadar iyi anlayan kimseye rastlamamıştım. Ben kesinlikle sizin gibi birisi ile çalışmaktan gurur ve şeref duyarım. Bu benim yaptığım en iyi iş görüşmesiydi ve sanırım bir elli yıl daha böyle bir şey yaşanmaz çünkü siz beni kovmadığınız sürece sizin gibi bir patronu asla bırakmam.”

 

“Estağfurullah” dedikten sonra kendini tutamayıp kahkaha attı ve konuşmasına devam etti. “Fakat elli yıl uzun bir süre lakin bakarsın şubeler açarız ve senin pozisyonunda müdürlüğe ya da bölge müdürlüğüne falan yükselir. Şubeler açmak gibi hayallerim var ve senin potansiyelinde ortada ama ne yazık ki şimdilik sadece kitapçıda çalışan sıradan biri olarak işe başlayacaksın bu sana uygun mudur?”

 

“Elbette, siz bana gelecek vaat ediyorsunuz”

 

“Anlaştık o zaman pazartesi günü sabah dokuzda açıyoruz dükkânı sen de gel o saatte ve işine başla.”

 

“Tamamdır, tam vaktinde orada olacağım.”

 

Cengiz bey ayağa kalkınca ben de onunla bir ayağa kalktım, benimle el sıkıştık sonra Mellon ile de tokalaştı ve “Sizinle de tanıştığıma memnun oldum. Hoşça kalın” dedikten sonra karizmatik yürüyüşü ile kendi masasına geri döndü.

 

“YALNIZKEN İNSANIN İÇİNDEN GÜLMEK GELMİYOR PEK” SARTRE…

 

Evet yine sabahın soğuk ayazı, gri İstanbul, boş Kadıköy sokakları ve kulağımda Cigarettes After Sex – Apocalypse ile altı aydır çalıştığım o tatlı mı tatlı kitapçı dükkanıma doğru yürüyorum.

 

Ait olduğum yerde olmama rağmen içimde derin bir huzur var gri gökyüzünün altında ağır adımlarla yürürken içimdeki huzurun sebebini bulmaya çalışıyorum. Hüzün gibi bir huzur olabilir mi? Bazen hüzünlü hissettiğimizde aslında garip bir huzurla etrafımız çevrilmiş olmaz mı? Hüzünlene bilmek için durmak durabilmek gerekir, kendinle baş başa kalabilmek, düşüncelerinin içinde kaybolmak, hislerine bile odaklanamazsın, düşüncelerinde kaybolursun ama ne düşündüğünü bile bilmezsin. Huzurlusundur aslında çünkü hüzünlenebilecek zamanı bulabilmişsindir, hayatın koşuşturması, endişelerin, korkuların, telaşların bırakmıştır yakanı her şeye boş ver demişsindir, “Yeter be bırakın peşimi hüzünleneceğim” demişsindir. Peki hüzünlenmek için fırsat bulabiliyorsak neden huzuru da bulabileceğimiz hiç aklımıza gelmiyor? Hayat odaklandığın yere göre değişmiyor mu? Yağmur damlalarının vurduğu bir camın arkasından sokağı izlemek istediğinde camdaki yağmur damlalarını göremezsin lakin yağmur damlalarını görmek istediğinde de sokağı göremezsin o halde her şey bizim odaklandığımız yere göre mi değişiyor? Peki, yıldızlara ne olacak?

 

Geceleri gökyüzüne bakamamak gibi bir huyum var, her zaman olmuyor ama genelde tek başımayken geceleri kafamı kaldırıp gökyüzüne bakamam çünkü korkuyorum. Evrenin uçsuz bucaksız ve bilinmezliklerle dolu olduğunu hissediyorum ve asla bilemeyeceğim bir sürü şeyin olduğunu. İnsanın hiç bilmediği bir şeyden korkması günlük yaşantımda bana çok saçma gelse de evreni, uzayı, galaksileri ve uzayın derinliklerindeki bilinmezlikleri düşündüğümde korkmak bana en erdemli hareketmiş gibi geliyor. İnsanlığımı, dünyadaki her şeyden üstün olduğunu düşünen insanlığı bir hiç gibi gördüğüm için korkuyorum aslında, bir hiçsin Aylin küçücüksün, etki alanın o kadar küçük ki hiçbir şey bilmeden öleceksin. Neyse ben yine konuyu çok dağıttım. Yıldızlar demiştim, evet yıldızlar camdaki yağmur damlaları gibi değil. Gece gökyüzüne bakmayı ender başardığım anlardan birinde hangi yıldıza baksam o daha az parıldamaya başladı, ben hangi yıldıza baksam yanındaki daha çok ışık saçıyor gibi göründü, hangisine odaklansam o ışığını kaybetti. O halde odaklandığımız yere göre hayatımız şekillenirken yıldızlara odaklandığımızda neden ışıkları azalıyor. Acaba odaklandığımızda ve görmeyi istediğimiz şeyleri gördüğümüzde tıpkı gözümüzün alışkanlık kazanması ve nankörleşmesi gibi duygularımız da istediklerinizi elde ettiğinde nankörlük yapıyor ve başka bir yıldızın ışığına utanmazca göz mü dikiyor?

 

İnsanlar hem bu kadar basit hem de nasıl bu kadar karmaşık olabiliyorlar? Sanıldığı gibi düşünme kabiliyetimiz, icatlarımız vesaire bizi diğer canlı türlerinden üstün kılıyor değil. Bence açık ara farkla insanlığı diğer canlılardan üstün kalan tek özelliği hem basit canlılar hem de karmaşık canlılar olabilmeyi aynı anda becerebiliyor olmaları. Hayvanlar, bitkiler, virüsler, parazitler, bakteriler hepsi ama hepsinin yaşamdaki amaçları belli değil mi? Bu canlıların nereden geldikleri, nereye gidecekleri ve ihtiyaçları hepsi öngörülebilirken insan denen mahlukatın bu kadar öngörülemez olması garip değil mi? Peki öngörülebilir bir canlı olmak mı daha erdemli yoksa öngörülebilir olmamak mı? Hangisi yaradılışın, ebediyetin ve evrenin kutsallığına daha uygun düşer? Hiç bilmiyorum, bilenler bilmeyenlere anlatsın elbet benim kulağıma da gelir.

 

Kitapçı dükkanında sakin bir güne başlamıştık öğlen sularında dükkâna taş çatlasın kırklarının başında olan bir adam girdi ve insanlığın varoluşu ile ilgili bir kitap istedi, mutsuz görünüyordu? Genelde kitapçılara gelen insanların hep hüzünlü olduklarını fark etmiştim ama bu adam bas bayağı mutsuzdu. Ona istediği kitabı gösterip kasaya geçtim ve onu izlemeye başladım. Kitapçıları sık sık dolaşan insanlar neden bu kadar hüzünlüydü? Okudukça daha çok bilmek insanı neden hüzünlü ve aynı zamanda huzurlu kılıyordu?

 

Ben adamı izlerken dükkâna başka bir kadın girip direkt kasaya geldi ve bu kadın da üzgündü adamla aynı yaşlarda olduğu da belliydi. İki mutsuz insanın tam da birbirine uygun olacağını düşünmeye başlamıştım ki kadın nefes nefese konuşmaya başladı.

 

“Özür dilerim, çok yoruldum da bir bardak soğuk suyunuz var mı acaba?” 

 

Kadın sorusunu sorduğu sırada karizmatik patronumda kasanın arkasına yanıma geldi ve hiç tereddüt etmeden. “Aylin, sen git hanımefendiye bir bardak su getir ben burada dururum” dedi.

 

Hızla mutfağa gidip kadına bir bardak suyunu getirdim, bardağı elimden aldıktan sonra suyunu yudumlayarak rafların arka tarafındaki sandalyelerden birisine oturdu. Kadının dingin görünen ama aşırı derecede hüzünlü olan hareketlerini izledikten sonra bakışlarımı kasaya elinde seçtiği kitapla yaklaşmakta olan diğer müşteriye çevirmiştim. Adamın ödemesini alırken dayanamayıp sordum. “İstediğiniz kitabı almamışsınız, bulamadınız mı yoksa?”

 

“Hayır, buldum ama bir anda Sarte’yi kendime daha yakın hissettim.”

 

Pos cihazını adama uzattım adam kredi kartının şifresini girerken “Gülmeyi de unutmamalı insan,” deyiverdim, neden böyle bir şey dediğimi hiç bilmiyorum ama sanırım adamın derin hüznü tüm benliğimi kaplamıştı. Patronum şaşkınlıkla bana bakarken adam duydukları karşısında hiç şaşırmadan ve tereddüt etmeden “Yalnızken insanın içinden gülmek gelmiyor pek” dedi.

 

Pos cihazından çıkan fişi adama uzattım. “Kitabı okumuşsunuz? Peki neden tekrar satın alıyorsunuz?”

 

Adam elinde tuttuğu Jean-Paul Sartre’nin Bulantı kitabını bana doğru sallayarak “Siz de okumuşsunuz. Ben bu kitabı kaybetmiştim yeniden göz atmak iyi gelir diye düşündüm. Beni en iyi siz anlamalısınız” dedi.

 

Gülümsedim. “Anlıyorum, kusuruma bakmayın size iyi günler dilerim.”

 

“Kusur falan yok bilakis bu küçük sohbet hoşuma gitti. İyi günler” Adam usulca dükkânın kapısını açmıştı ki su isteyen kadın bir anda hareketlendi ve koşarak adamın arkasından dışarı çıktı ve çantasından bir silah çıkartıp adama doğrultup adamın adını haykırdı.

 

 Adam hiç şaşırmamıştı aksine bir anda keyfi yerine gelmiş gibi göründü gözüme, yüzünde kocaman bir gülümseme ile kendisine silah doğrultan kadına baktı ve tek kelime etmedi, kadın da tek kelime etmedi ve tetiği çekti. Birkaç saniye içinde adamın beyaz gömleğinin göğüs kısmında kıp kırmızı yaşam sıvısı özgürlüğünü ilan etmişçesine kendini gösterdi. Adam birkaç saniye sonra sırt üstü düştüğünde kadın adamın yanına gelip elini tuttu. Adam diğer eliyle kitabını tutmaya devam ediyordu.

 

Kadın da adam da tek kelime etmeden birbirlerine gülümseyerek baktı. Kadın boşta kalan elinin tersi ile gözlerinden akan birkaç damla yaşı sildi ve adam son nefesini verdi gözleri hala kadının gözlerindeydi ve sevinçle parlıyordu. Kadın adamın gözlerini usulca kapattı ve ağır adımlarla uzaklaştı.

 

Patronum Cengiz Bey ve ben donup kalmıştık ama Cengiz Bey çabuk çözüldü eline telefonu aldığı gibi polisi aradı ve dükkandaki şallardan birini aldığı gibi dışarı fırladı. Yerde cansız bedeni yatan adamın üstünü şal ile kapattı ve etrafına toplanan kalabalığı uzaklaştırmaya çalıştı. Çok geçmeden polisler geldi cesedin etrafı sarıldı inceleme başladı, dışarıyı izlemenin bir faydası yoktu insandık işte öngörülemez yaratıklardık biliyordum. Dükkânı toparlamaya başladım ve kadının içtiği bardağı görüp mutfağa götürdüm ve hiç düşünmeden yıkadım birkaç dakika sonra polislerden birisi gelip bardağı istedi. Cengiz bey her şeyi anlatmıştı ve polisler DNA örnekleri için bardağı almak istemişlerdi. Bardağı yıkadığımı duyan polis çok kızdı ve amiri ile konuştuktan sonra beni sorgu için karakola götürmeye karar verdiler. Bardağı bilerek yıkadığımı düşünmüşlerdi ve kadını tanıyıp tanımadığım ile ilgili bir sürü soruya maruz kaldım ama haklılardı büyük aptallık yapmıştım. Tam on üç saatin sonunda serbest bırakıldığımda karakolun önünde Cengiz bey beni bekliyordu yanında avukatı da vardı kendi avukatını beni çıkartması için çağırmıştı, on üç saat boyunca Cengiz bey beni yalnız bırakmamış ve sorgumun bir an önce bitmesi için her şeyi yapmıştı. Karakolun önünde beni görür görmez sıkı sıkı sarıldı ve avukata teşekkür etti. Avukat arabasına binip yanımızdan ayrıldığında Cengiz beyle göz göze geldik hiç konuşmadan bana bir sigara uzattı ve dudaklarıma götürdüğüm sigarayı yaktı.

 

“Hadi seni evine götüreyim, bugün ve yarın izin yap.” Başımı hafifçe onay vererek salladım. Yağmur başlamıştı arabada evime doğru giderken sokakları, caddeleri ya da insanları önemsemeden sadece cama vuran yağmur damlalarını izledim ve aklımda ise Sartre’nin bulantı kitabından satırlar dönüp durdu.

 

Yalnızken insanın içinden gülmek gelmiyor pek…

 

Bunların hiçbiri yeni sayılmaz. Bu çeşit zararsız heyecanları geri çevirdiğim olmadı, hatta tersini yaptım. Onları duymak için biraz yalnız olmak yeter, inanılabilir olandan tam zamanında kurtulmaya elverecek kadar yalnız olmak…

 

Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir...

 

Aslında başımdan bunca serüven geçmiş olması böbürlendirir beni. Ama şu anda, bu sözcükleri söyler söylemez, kendime kızmaya başladım. Galiba yalan söylüyorum; galiba bütün hayatım boyunca tek bir serüven bile yaşamadım ya da serüven sözcüğünün ne gibi bir anlam taşıdığını bile bilmiyorum...

 

En bayağı olayın bir serüven haline girmesi için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter. İnsanları aldatan da bu zaten…

 

Ama şimdi anlıyorum: Yaşamaya yeniden dönmek gerektiği için serüven duygusu ortadan kayboluyor…

 

Yalnızdım, ama bir kentte yürüyen ordu gibiydim…

 

Cümleler yaratmak zorunda değilim. Belli durumları açığa çıkartmak için yazıyorum ben. Edebiyattan kaçınmalıyım. Sözcükleri aramadan, çalakalem yazmak gerek…

 

                              

                                                                    JEAN-PAUL SARTRE

 

 MASUM MASKELER…

 

Kolay kolay konuşup içini dökebilen bir insan hiç olmadım. Her türlü ortama uyum sağlayabiliyor olmam her ortamda da rahat ettiğim anlamına ne yazık ki gelmiyor. Bu iki kavram birbirine çok sık karıştırılıyor ve beni asıl rahatsız eden konu da bu oluyor. Uyumlu, dürüst, samimi, açık sözlü olmak, her ortamda bulunabiliyor olmak benim de maskelerim olmadığı anlamına gelmiyor. Birçok maskem var yoksa nasıl her ortama uyum sağlayabilirim ki aklınızı mı kaçırdınız? Gerçi beni yakından tanıyan insanlara maskelerimin hepsini gösteririm ve nerede hangi maskeyi taktığımı anında anlarlar. Buradaki önemli olan husus kime maskelerimi gösterdiğimdir. Kim o şanslı insanlar? Ve bu şanslı insanlar maskelerimi gördükten sonra nasıl eğlencenin doruklarında buluyorlar kendilerini? İşin özü her şeyde olduğu gibi tamamen samimiyetten ve zekadan geçiyor, ayrıca yapmacıklıktan ve aşırı kabartılmış egolardan uzak olmaktan geçiyor.

 

Maskelerin hepsi kötü değildir mesela ben el yapımı süslü İtalyan masklarına bayılırım çok süper değiller mi? Şaka tabi ki bildiğimiz maskelerden bahsetmiyordum, ben hani şu sinsi sinsi insanların kimseye göstermeden takıp çıkarttıkları maskelerden bahsediyorum ama maskeler her zaman kötü olmazlar. Mesela benim maskelerim, acayip tatlılardır ve sevmediğim, samimiyetsiz bulduğum bir ortama girdiğim an insanları yerden yere vuran öyle bir maske takarım ki yerden yere duvardan duvara vurulan ve rezilliğini kabak gibi ortaya çıkarttığım kişi asla ne olup bittiğini anlamaz belki muallakta kalır ve kafasında bazı soru işaretleri oluşur ama o durumun aslını kavrayana kadar ben olay yerinden çoktan uzaklaşmış olurum. Dostlarım huyumu bildiği için kaçamak bakışlarla içten gelen kahkahalarını bastırmaya çalışırlarken başarısız olurlar ve kalabalığın içinde kendi kendine gülmeye başlayan birer deliye dönüşüler. Ay itiraf ediyorum çok yaptım bunu ama lütfen bana kızmayın gerçekten kendini olmadığı biri gibi göstermeye çalışan insanlar sizce de en azından bu kadarını hak etmiyor mu?

 

Üniversitede Hülya diye bir arkadaşımın evine gitmiştim o zamanlar fazla popülerdim çünkü yerinde duramayan her gece başka bir mekânda eğlenen, her fakülteden en az iki arkadaşı olan girip çıkmadığı okul kulübü kalmamış bir tipi tiptim resmen, dersler mi? Tabi ki berbattı ama lütfen, hiçbir dersimden devamsızlık sonucu kalmadım.

 

Hülya, bir gün kız arkadaşlarının kendisine geleceğini, geceyi de onda geçireceklerini söyleyerek beni evine davet etti ve hiçbir davete hayır demeyen Aylin hemen davete icabet etti. Kızlar gecesi mi? İçki mi? Elbette bu makara kaçar mı? Hemen geliyorum.

 

Hülya’nın iki ev arkadaşı vardı Gamze, Şeyda ve onların da tiyatro kulübünden arkadaşları olan Tuğçe ve Arzu, aman Allah’ım benimle birlikte evde tam tamına altı kız oluyordu. Daireden içeri adımı attığım anda yüzüme östrojen kokusu vurdu içimden keşke yanımda en azından bir tane herif getirseydim diye geçirmeden duramadım.

 

Salona girdiğimde çoktan ortamın hazırlanmış olduğunu gördüm. Ortadaki büyük sehpanın üstünde şaraplar, biralar, cipsler, peynir çeşitleri, kuruyemişler duruyordu ve sehpanın etrafında bir sürü irili ufaklı minder mevcuttu beş kız da beni beklerken minderlere çoktan yayılmışlardı.

 

Beş kızın içerisinde daha önceden tanıdığım sadece iki kişi vardı Hülya ve Şeyda, Hülya ile çok samimi olmama karşın Şeyda’ya çok fazla yakınlık hissetmezdim çünkü hareketlerinde hep bir tutarsızlık sezerdim bu yüzden de ona karşı temkinli davranmayı hep sürdürdüm.

 

Ben salona girer girmez Şeyda tüm yapmacıklığı ile boynuma sarıldı ve “İçmeye başlamadık seni bekliyorduk” dedi.

 

Tüm güler yüzlülüğüm ile “Tabi asık suratlar için soytarısız alem olmaz sen de haklısın, içmeyi bilen adam lazım” dedim ve hemen arkamda olan Hülya kıkırdamıştı çünkü vurgulamamdan soytarı kelimesini Şeyda’ya söylediğimi ayrıca ağzı ile içmeyi bilmeyen bir avam olduğunu açıkça belirtmiştim lakin ağzımdan çıkan cümlem ve müthiş samimi görünen gülüşüm ağzımdan çıkan tonlamalarımla ap ayrı yönlere savrulduğu için Şeyda bocalayarak suratıma bakmaktan öteye geçememişti. Sonra Gamze ve diğer kızlarla tanıştırıldıktan sonra minderlerden birine oturdum hemen yanımda ise kadim dostum Hülya oturuyordu.

 

Geceye güzel başlamıştık, erkekler hakkındaki dedikodularımız derin dini ve siyasi konuşmalara evrilmişti. Şeyda ile asla aynı noktada buluşamıyorduk, zaten buluşup buluşmamız benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Ben içimden geçenleri güler yüzlü, samimi, kötü niyetsiz görünen maskemin arkasında saklanarak pata küte söylüyordum Şeyda duydukları karşısında sürekli yumruk yiyen boksör gibi sağa sola savruluyordu. Çok uzun süren ciddi sohbetleri bünyem kaldırmaz bu yüzden arada öyle espriler patlatıyordum ki kızların hepsi kahkahalara boğuluyorlardı. Gülen kızların üstünde gözlerimi gezdirip en son Hülya’ya bakıyordum sessizce fısıldıyordu. “Çok fenasın!”

 

“Kızım bu kadar avanağı nasıl bir araya toplamayı başardın. Ancak bu kadar eğlenceli olabilirdi ortam” diyorum millet kopuyor ama Hülya hepsinden iki kat fazla gülüyor çünkü kızlar üstünden olmayacak espriler yapıyor her birini gömüp çıkartıyorum ama hiçbiri bir şey anlamıyordu. Kızların beyinlerini birkaç kez ciddi ciddi çalıştırmaya çalıştım, “Bakın ben çok ciddiyim hiçbir dediğimi anlayamıyorsunuz. Sizler cidden iyi değilsiniz” dedim yine güldüler.

 

Hülya bir ara “Tamam, çok üsteleme şimdi birisi anlayacak diye korkuyorum” dedi.

 

“Bırak ya! Anlayanlar şu an başka yerdeler zaten” dedim.

 

Saatler ilerlermiş birçok kez muhabbetin konusu değişmişti, en son dünyayı nasıl kurtarabiliriz onu bile konuşmaya başlamıştık ama kızlar değil dünyayı kurtarmak, ayakkabılarını düzgün bağlamaktan acizlerdi. Tüm gece boyunca en çok Tuğçe’ye kafayı takmıştım çünkü elinde telefon sürekli birisi ile mesajlaşıp durdu ve muhabbetlerin hiçbirine katılmadı.

 

Sabrım tükenmişti kızın adını da unutmuştum seslenemiyordum da en sonunda çaresini buldum ve bağırdım. “Kız ajan! Tüm gece gömüldün minderlere birine naklen yayın yapıyorsun. Elinde telefonla kime istihbarat veriyorsun acaba?”

 

Nazlana nazlana kibarcık konuşması ile “Ay kimseye, öyle sadece arkadaşımla mesajlaşıyordum” dedi.

 

Diğer kızlara döndüm. “Bana bakın gidip siyasi kulüplere falan katılıyorsunuz benden size dost tavsiyesi bu kızı yanınızda taşımayın, James Bond çantası gibi içinden ne çıkacağı belli değil. Şu anda da ajanlık için burada belli” dedim kızlar gülmekten öldüler.

 

Afallamış şekilde suratlarına baktım en çok gülen de Tuğçe denen kızdı, ‘yahu sana laf söylüyorum neden gülüyorsun?’ diyemedim fakat o anlarda adını hatırlamadığım Tuğçe’ye şöyle dedim “Ajan, sen bu beyinle kendi ülkenin bilgilerini yanlışlıkla karşı tarafa satarsın. Tüm gece sessiz sessiz oturulmaz, ben sana hiç güvenmedim. Yok yok sen güvenilmezsin”

 

Yine kahkahalar havada uçuşuyor. Uleynnn ben espri yapıyorum sanıp millet gülmekten yerlere yatıyor, içimden ne geçse söylüyorum bir akıllı çıkıp anlamıyor tabi Hülya dışında. Yorulmuştum, “uykum geldi, uyuyalım” dedim ve geceyi bitirdim. Koltuklar, minderler bir anda yataklara dönüştürüldü ve herkes uyudu.

 

Uyandığımda evde Gamze, Hülya, Şeyda ve ben kalmıştık diğer kızların işleri varmış kahvaltı yapmadan erkenden çıkmışlar. Gamze ile Hülya ise mutfağı toplamaya çalışıyorlardı. Su içmek istedim fakat tek bir temiz bardak bulamadım meğer on gündür bulaşık yıkamıyormuş bu üç kız, şok olmuştum çünkü mutfak birbirindeydi resmen bomba atılmış gibiydi. “Siz ikiniz buradasınız, Şeyda nerede?”

 

Elindeki yağlı tencereyi yıkamaya devam ederek Hülya cevapladı “Şeyda hanım sevgilisine gidecekmiş, kahvaltı etmeyecekmiş, hazırlanıyor”

 

“Peki, bu bulaşıklar ve dağınıklık sadece ikinize mi ait?”

 

Gamze, oflayıp pufladıktan sonra “Ne alaka arkadaş! Geçen gece Şeyda’nın sevgilisi ile arkadaşları gelmişti. Bu pisliklerin yarısından fazlası onlara ait. Hülya ile ben evde yoktuk” dedi.

 

“O zaman neden Şeyda temizlemiyor?”

 

Hülya, “Kaç gündür ders çalışacağım ayağına sevgilisine kaçıyor. Dün akşam toplanacağız diye geldi ve şimdi de sevgilisine gidiyor.”

 

“Kızım siz kafayı yemişsiniz. Bırakın o toplasın!”

 

Hülya ciddileşmişti. “Kız gidiyor işte Aylin, anlamıyor musun? Uyandığımızda yardım et dedim ama gideceğim üzgünüm dedi”

 

Hallerine acımıştım, kalktım ve onlara yardım etmeye başladım. Gamze ve ben ortalığı toplarken Hülya’da kahvaltıda yememiz için börek yapmıştı. İki buçuk saat sonra işlerimiz bitmişti ve üçümüzde açlıktan ölüyorduk bu süre boyunca Şeyda ise duş almış saçlarını yapmış, ne giyineceğini gelip gidip bize sormuş, makyaj yapmıştı. Sinirlerimi kontrol etmeye çalışıyordum ama bunu yapabilmek pek kolay değildi.

 

Hülya, yaptığı enfes böreğini fırından çıkartıp mutfak masasının üstüne koydu, deli gibi acıkmıştım. Hülya, bana gülümseyerek “Börek birazcık soğusun, o arada çay da demlenir. Az kaldı birazdan karnımızı doyuracağız” dedi.  

 

Sandalye çekip oturdum ve bir sigara yaktım. Börek tam karşımda tüm ihtişamı ile duruyordu ve ben heyecanla kızların masayı kurmasını bekliyordum o sırada Şeyda mutfaktan içeri girdi ve pişkin pişkin “Aaa! Hülya o güzel böreğinden mi yaptı? Mutfağı da ne güzel toplamışsınız, harikasınız” dedi.

 

Sinir katsayım gittikçe artmıştı, ağzımın içinde lafı geveledim. “Kıçını toplayan birilerinin olması güzel değil mi?”

 

Hülya direkt bana baktı ve kaşlarını indirip kaldırarak bana susmamı işaret etti, tedirgindi çünkü Şeyda giderse kirayı paylaşacak yeni birini bulmakta çok zorlanacaktı. Mecburen Hülya için sustum ve masanın üstünde duran küçük üçü bir arada kahve paketini elime alıp onunla oynamaya başladım. Dizlerimi ve elimdeki kahve paketini huzursuzca sallıyordum. Sonra bir anda Şeyda “Ben kahvaltı yapmayacağım ama Ertan’a giderken biraz yanımda börek götürmek istiyorum. Nasılsa tüm tepsiyi bitiremezsiniz” dedi.

 

Yüzsüzlüğü karşısında hayret ederek sırıttım. “Tabi canım biz bitiremeyiz al götür. Hatta manitana erkenden kalkıp senin için börek yaptım de, eminim sana olan aşkı ikiye katlanır”

 

Şeyda’da sevgiyle gülümsedi, dalga geçtiğimi anlayamayacak kadar avanaktı. Dolaplardan birini açtı büyükçe plastik bir kap çıkarttı ve kaba börek koymaya başladı. Resmen tepsinin yarısını almıştı, eee bu manzarayı gören benim de sabrım bitmişti. Elimdeki kahve paketini hızla Şeyda’nın suratına fırlattım, o sırada başı önüne eğik börekleri paketlemeye çalışan Şeyda gözüne şak diye gelen paket ile bir anda geriye doğru savruldu. Plastik kaba koyduğu böreklerde yere döküldü. Şeyda, elini gözünden çekemiyordu çünkü canı felaket acımıştı açıkta kalan tek gözünü bana hem şokla hem de nefretle diktiği anda ayağa fırladım ve panikle bağırmaya başladım. “Ay! Ay! Buz getirin! Ay Şeyda bir şey oldu mu? Çok özür dilerim, elimdeydi ve sallıyordum bir anda elimden kaydı. Çok özür dilerim.”

 

 Ben, Aylin bir geri zekâlı bile samimiyetime inanmaz diye düşünürken nasıl olduysa Şeyda inandı, o anda gerçekten Oscarlık bir oyuncu olduğumu düşündüm. Şeyda’nın makyajı berbat olmuştu, terlemişti saçları bozulmuştu ve bir gözü morarmıştı, börekleri çöp olmuştu, sevgilisine geç kalmıştı. Apar topar evden çıkıp gitti ve kitaplarını da unuttu. Kısaca kızların intikamını almıştım üstelik hiç kimseyi kırıp dökmeden sadece samimiyet ve gülümseme maskemi kullanarak yapmıştım bunu…

 

Aradan çok uzun bir zaman geçmişti belki bir belki iki akademik dönem tam hatırlayamıyorum, kampüste bir erkek arkadaşım ile dolaşırken tüm gece adını unutup durduğum ve ajan takma adını taktığım Tuğçe ile karşılaştık. Tuğçe, koşa koşa gelip bana sarıldı. Ben nereden geliyor bu samimiyet dercesine tepkisiz durdum, yanımdaki arkadaşım Baran beni iyi tanıdığı için kızdan hoşlanmadığımı ve sahte samimiyet maskemi suratıma taktığımı anında anlamış piç piç bana gülümsüyordu. Tuğba sarılmasını tamamladıktan sonra “Merhaba Aylin nasılsın? Seni çok özledim. Keşke seninle yine oturup sohbet etsek harikaydın” dedi. Yahu nasıl harikaydım tüm gece gömdüm durdum seni, sana sürekli adını hatırlamadığım için ajan deyip durdum.

 

“Teşekkür ederim, iyiyim” dedim ve sırıttım. Tuğba’nın gitmeye niyeti yoktu, bir bana bir yanımdaki arkadaşıma bakıp durdu o anda durumu çakozlamıştım kız Baran ile onu tanıştırmamı istiyordu ama ben kızın adını bile hatırlamıyordum nasıl tanıştıracaktım ki? Durumu kurtarmanın yollarını düşündüm tek bir yol vardı anında kızın yanından uzaklaşmak.

 

“Oldu o zaman…” diye lafa başladım ama kız heyecanla sözümü kesti ve “Mutlaka bir gece birlikte dışarı çıkalım” dedi, bu cümleyi kurarken de hala bir bana bir Baran’a bakmayı sürdürdü.

 

Dönüp Baran’a baktım tek kaşını kaldırarak bana sırıttı, durumu anlamıştı ve artık kaçışın yok dercesine bana bakıyordu ve ben de günah benden gitti dercesine omuzlarımı silktim ve bir elimle önce Baran’ı işaret edip “Tanıştırayım bu Baran” dedim ve sonra kızı elimle işaret edip “Bu da… Bu da… Pardon adın neydi?” dedim.

 

Kız asrın tokadını yemişti suratına ama çabuk toparlandı ve elini tokalaşmak için Baran’a uzatıp “Ben Tuğçe memnun oldum” dedikten sonra bana “Beni hiç hatırlamadın değil mi? Şeyda’nın evinde tanışmıştık” dedi.

 

“Aaa sen şu ajansın, doğru. Çok özür dilerim ama sen de tüm gece o kadar siliktin ki unutmamdan doğal bir şey olamaz sanırım” diye karşılık verdim. Kız hızlıca iyi günler diyerek yanımızdan uzaklaştı.

 

Baran, iri siyah gözlerini bana dikip tüm sevimliliği ile gülümsedi. “Madem kızın adını hatırlamıyorsun neden bizi tanıştırdın?”

 

“Görmedin mi? Çok istedi seninle tanışmayı”

 

“Yapma Aylin, kız çok bozuldu”

 

“Ne yapayım üzülüp yasını mı tutayım? Hadi gidelim artık” dedim ve Baran’ın koluna girip yürümeye başladım. Kız bariz şekilde hoşlandığım adamla yani Baran’la tanışmak için beni basamak olarak kullanmaya kalkmıştı üstelik Baran arkadaşım mı yoksa sevgilim mi bunu bile bilmeden deli cesareti göstermiş resmen içindeki orostopola sarılarak harekete geçmişti ama bilmediği bir şey vardı bendeki orostopol maskesi ortaya çıktı mı hiç kimsenin şansı kalmazdı çünkü bir adama tam anlamıyla güveniyorsam o adam için her maskeyi takabilirdim.

 

 

KONUŞTURMAYAN ADAM YAPMIŞLAR…

 

İnsanların siyasi düşüncelerine hiçbir zaman önem vermedim çünkü değişmeyen tek şeyin değişim olduğuna inanıyorum. Bırakın siyasi düşünceleri insanın sıradan zevkleri bile zaman içinde değişim gösterebiliyor, yaşlandıkça, yaşanmışlıkları oldukça sevdiği şeyleri sevmemeye, olmaz dediklerine olur demeye başlıyor insanlar o yüzden sallayın gitsin dünyevi şeyleri. Bazı değerlerim elbette var, yaşadığım ülkeyi sevmek, halkımı sevmek vesaire gibi ama bu bir Uruguaylıyı da sevmediğim ya da sevmeyeceğim anlamına gelmez özgürce, barış içinde yaşadığım sürece herkesi severim ben.

 

Herkesi sevmeme karşın etrafımda sağ cenahtan pek fazla insan olmaması da benim tercihim değildi, sanırım yaşam tarzlarımız bir süre sonra bizi başka toplulukların içine ve arkadaşlıklara sürüklediği için yoktu etrafımda sağ kesimden birileri diye düşünmüştüm her zaman ve hala öyle düşünüyorum. Yanlış anlamayın bu benim solcu olduğum anlamına da gelmiyor, ben her zaman en ortadaki kesimim ve ne doğruysa, kim doğruları savunuyorsa onun yanında yer alıyorum. Uçlarda yaşayan insanları sevmem ben ama sistemin önümüze her koyduğunu da olduğu gibi kabul etmem değiştirmek, dönüştürmek ve çok daha iyi hale getirmek isterim tabii bu kime göre iyi kime göre kötüdür bilinmez ve sonuçta yine sistemin birer kölesi olarak hayatlarımızı yaşamaya devam eder dururuz.

 

Kitapçı dükkanına sürekli gelip giden ben yaşlarda hoş uzun boylu karizmatik bir adam vardı. Aslında kimilerine göre oldukça çirkin sayılabilecek bu adamın her nasıl olduysa sevilebilecek karizmatik bir tarafı olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Dükkâna geldiği zamanlarda hep siyaset ve tarih türünde kitaplar alıyor olması dikkatimi çekmişti üstelik okudukları tek taraflı anlatımlar değildi. Bir gün gelip solcu bir yazarın kitabını alırken başka bir gün gelip sağcı yazar tarafından yazılmış aynı olayları anlatan başka bir kitap alıyordu. Merakıma yenik düşmüştüm bu adam ne taraftaydı? Sanki bir taraf olmak zorundaymış gibi…

 

Günlerden bir gün yine kasada ödemesini alırken en sonunda dayanamayıp sordum. “Hep farklı bakış açısı olan yazarların kitaplarını alıyorsunuz, acaba sizin ne tarafa daha yakın olduğunuzu sorsam haddimi aşmış olur muyum?”

 

Adam gülümsedi. “Elbette hayır, merak etmeniz gayet doğal sürekli buradan alışveriş yapıyorum ve şanslıyım siz hep burada oluyorsunuz. Ben Kubilay”

 

Demek bana dikkat etmişti oysa bir kez bile gözünün ucuyla onu bana bakarken görmemiştim. “Memnun oldum ben de Aylin”

 

“Aslında güzel olan her fikre açığım, bu ülke için, toplumumuz için iyi olan her fikre ve her türlü düşünceyi öğrenmek istiyorum. Her tür düşünceyi okumak ve ona göre bir karşılaştırma yapmak bana en doğrusu gibi geliyor.”

 

“Sadece size değil Kubilay Bey, aslında tüm insanlar için en doğrusu bu”

 

“Haklısınız” dedi kahverengi gözlerinin içini gülümseterek ve takma kirpik takmışçasına büyük olan kirpiklerini ağır ağır bir kez kırpıştırarak. Aldığı kitapları poşete koyup ona uzattım ve o teşekkür ettikten sonra dükkândan çıkarken arkasından onu izledim. Tahmini bir seksen beş boylarındaydı, koyu kumraldı, sakalları ya da saçları çok gür değildi, kollarını hafif yanlara açarak yürüyordu, burnu çirkindi, etli dudakları yüzünde orantısız duruyordu ve sesinin tonu fena değildi ama konuşmasında ciddi artikülasyon bozuklukları vardı ama tüm bunlara rağmen duruşundan özgüveni hissediliyordu. Ne istediğini bilen, cesaretli ve özgüvenli bir adam gibiydi o an arkasından bakarken tüm vahşiliğimi ehlîleştirebilecek kişinin o olduğunu hissettim.

 

Kubilay ilk tanışmamızdan sonra dükkâna daha sık gelir oldu, önceden ikişer üçer aldığı kitapları artık tek tek alıyor ve iki günde bir kitapçı dükkanına geliyordu artık sıkı fıkı muhabbetler eder olmuştuk. Rafların arasındaki masalarda oturup dakikalarca siyaset, ülke gidişatı, dünya tarihi ile ilgili sohbetler ediyorduk çoğunlukla o konuşuyordu ama onu dinlemek hoşuma gittiği için fazla konuşmasına takılmıyordum. Hafızasına ve zekasına hayran olmaya başlamıştım. Bir gün yine uzun bir sohbetten sonra onu dükkânın kapısına kadar yolcu etmiş kasaya geri dönmüştüm, Cengiz Bey yani patronum elini çenesine koymuştu ve dikkatlice beni süzdükten sonra “Yüzünde aptal bir gülümseme var” dedi.

 

Hemen inkara kalkıştım. “Yok canım, bunu da nereden çıkardınız?”

 

“Bu delikanlıya dikkat etmelisin, biraz fazla külhanbeyi havalarında takılıyor. Onun gibileri bilirim yüzde yüz sağcıdır ama okuyan aydın olanlarından. Aslında açık görüşlü olurlar birçok konuda onlarla aynı fikirde olduğum bile söylenebilir ki ben eski komünistimdir beni hafife alma Aylin Hanım”

 

“Cengiz Bey, Kubilay sadece müşteri ve arada onunla sohbet etmek hoşuma gidiyor.”

 

Cengiz Bey kafasını biliyorum anlamında salladı ve “Lakin gördüğüm üzere genelde hep o konuşuyor. Arada kulak misafiri oldum konuşmalarınıza, sence de çok fazla dünya meselelerine dalmıyor mu?”

 

“Evet, çünkü ilgi alanı o. Ayrıca kendimiz hakkında da konuştuk birçok kez.”

 

“Peki, sen ne diyorsan öyledir. Geç bakalım kasaya ben yemek yemeye gideceğim.”

 

Cengiz beyin ne ima etmeye çalıştığını çok sonraları anlayacak ve onun ileri görüşlülüğüne bir kez daha hayran kalacaktım meğer insan her konuda iyi olamaz, zekasını konuşturamazmış.

 

Bir ay boyunca iki günde bir işyerim olan kitapçı neredeyse Kubilay ile benim buluşma noktamız olmuştu bir gün “artık sence de telefon numaranı bana vermen gerekmez mi?” diye sordu. Birbirimizin numaralarını aldık ve izin günümde buluşmak üzere sözleştik. Bir hafta sonra buluşmaya gittiğimde gerçekten mutluydum o konuşuyor anlatıyor anlattıkça anlatıyor ve onu hayranlıkla izlerken konuşma sırasının bana gelmesini sabırla bekliyordum lakin bir türlü sıra bana gelmedi. İlk buluşmamız olduğu için bunu hoş görmeyi tercih ettim. Elbette benim hakkımda merak ettiği şeyler vardı ve birkaç buluşmada sorular sormaya benimle ilgilenmeye başlayacaktı.

 

Buluşmaya ama daha çok birbirimizi aramaya devam ettik. Kubilay’dan hoşlanmaya başlamıştım ve o da her fırsatta benden hoşlandığını belli etmekten çekinmiyordu. Gün içerisinde sık sık beni aramaya başlamıştı hayatında güzel ya da kötü şeylerini paylaşabileceği bir dert ortağının olmadığını hissediyordum o yüzden ona destek olmak istiyordum ve her aramasında anlattığı her şeyi pür dikkat dinleyip onu mutlu edecek şeyler söylemeye çalışıyordum ve söylediğim güzel sözler sadece onu mutlu etmek için söylenmiş olmuyordu aynı zamanda da gerçek düşünlerim oluyordu çünkü o güzel şeyleri hak eden bir adamdı. Fakat sözlerimin ona ulaştığını hissetmiyordum ben konuştuktan sonra ya sessiz kalıyor ya da telefonu hemencecik kapatıyordu. Sözcüklerimin onun için önemli olmadığını hissetmeye başlamıştım ama hislerime kulak vermek istemiyordum çünkü ona bir zaafım oluşmuştu, ondan hoşlanıyor ona dokunmak onu tüm benliğimde hissetmek istiyordum. Bu yüzden onun benim konuşmalarımı ya da ruh halimi görmezden gelmesi ne kadar sabrımı zorluyor olursa olsun ben pes etmemeye ve onu tüm benliğimle hissedeceğim zamana kadar sabretmeye kararlıydım.

 

Bir gün Cengiz bey ile kitapçı dükkanının mutfağında birlikte çay içtiğimiz sırada Kubilay beni aradı. Kubilay, iş yerinde yaşadığı olumsuz bir olayı bana hızlıca anlattı ve ben tam cevap verecekken telefonu “Şimdi eve geçeceğim seni sonra ararım olur mu? Hoşça kal” diyerek kapattı. Telefon elimde kala kalmıştım kızmak istiyor ama kızamıyor, söylenmek istiyor ama söylenemiyordum.

 

 Cengiz Bey halimden bir şeylerin tuhaf gitmiş olduğunu anlamış olmalı ki sordu. “Aylin, kötü bir şey mi oldu?”

 Telefonu masaya bırakıp sırtımı sandalyeme yasladım. “Hayır, yine söyleyeceğini söyledi ve telefonu kapattı.”

 “Hım… Yani seni dinlemiyor.”

 Şaşırarak Cengiz Beye baktım ve o da açıklamaya başladı. “Bunda şaşırılacak bir şey yok. Fazla ego ve bilgi bir araya gelince olacağı budur. Daha en başında sana söylemiştim biraz fazla dünya ile ilgilenmiyor mu?”

 İnkara kalkıştım. “Hayır, aslında çok iyi bir insan. Çocuksu, sevginin ne demek olduğunu bilen aynı zamanda ciddi, birçok konuda sakin kalabilen, istediğini elde etmeden bırakmayan, kolay vazgeçmeyen ve belki yanılıyor olabilirim ama bana oldukça dürüst geliyor”

 Cengiz Bey çayından bir yudum aldıktan sonra “Anladığım kadarıyla tüm bu özellikler senin bir erkekte aradığın özellikler ve Kubilay’da var. Öyleyse Kubilay sana kendini iyi hissettiriyor mu?” diye sordu.

 “Dürüst olmak gerekirse başlarda evet, bana kendimi iyi hissettiriyor güzel şeyler söylüyor ve gelecekte gerçekleştirmek istediği hayallerinde hep bana da yer ayırıyordu, ikimizi hep yan yana hayal ediyordu.”

 “Senin hayallerini sordu mu hiç? Ve senin hayallerinde kendisini hayal etti mi?”

 “Benim hayallerimi hiç sormadı ya da benim hayallerimde kendisi için bir yer istemedi” dedikten hemen sonra savunmaya geçtim. “Kafası sürekli meşgul ve hayatında önemli gelişmeler her an olabiliyor. Zaten uzun süre telefonda konuşmayı da sevmiyor.”

 Cengiz Bey kaşlarını kaldırarak sordu. “Ne oldu benim dürüst çalışanım Aylin’e? Ne zaman kendine yalan söylemeye başladı?”

Oflayıp pufladım etrafıma bakınıp durdum ama ne yaparsam yapayım Cengiz Beyin haklı olduğu gerçeğini değiştiremedim. Cengiz Bey sabırla tepki vermemi bekledi ve ben inatla sessizliğimi koruyunca çaresiz kendisi söze başladı. “Senin hayallerin vardı Aylin, artık yok mu?”

Sorusuna anlam verememiştim. “Elbette var”

 “Hayatında her şeyi yoluna koydun mu? Mesela işinden memnun musun?”

 Anlayamamıştım, bana şaşırtmacalı bir soru gibi gelmişti ve “Memnunum bu dükkânı ve patronumu seviyorum” diyerek Cengiz Beyin sorusunu geçiştirmeye çalıştım.

 Gülümseyerek itiraz etti. “Burayı ve işini sevdiğini biliyorum ama burada olmak yerine asıl mesleğini yapmak istemez miydin? Ailen şehir dışında yaşıyor ve iyi bir işin olsa, iyi kazanıyor olsan sık sık onları ziyarete gitmez miydin? Ya da yazmak istediğin kitabı yazıp onu bastırmak istemiyor musun? Hayatını düzene sokabilmeyi başardın mı? Endişelerinden kurtuldun mu? Sağlığın yerinde mi? Kısacası hayatında her şey yolunda mı? Mutlu musun şu anından?”

 “Mutlu değilim. Yapmak istediğim ve yapamadığım birçok şey var. Hayallerimin ufacık bir kısmını bile hala gerçekleştirebilmiş değilim. Maddi durumum iyi değil, işimi oturtamadım, geleceğim için büyük kaygılarım var üstelik şu an içinde bulunduğum anda bile bir sürü derdim var ve ben hiçbirini halledemiyorum bu da geleceğim için beni daha da büyük bir endişe havuzuna sürüklüyor. Her geçen gün cesaretimi kaybettiğimi hissediyorum ve bu da beni yalnızlaştırıyor.”

 Cengiz Bey, kalender bir gülümseme ile başını salladı. “Benim güzel Aylin’im sen bu haldeyken neden bir başkasına destek olmaya çalışıyorsun üstelik o bir başkası sana konuşman için fırsat bile tanımazken. Senin kendi dertlerin sana az mı geldi.”

 “Ben beennn…” durup düşündüm ve gerçeği söylemeye karar verdim. “Ondan hoşlanıyorum. Arkadaşlarım, ailem ya da hayatıma aldığım bir adamın desteğe ihtiyacı olursa ben destek olurum hem de hiçbir karşılık beklemeden. Bu zamana kadar hiç bundan şikayetçi olmadım. Bilemiyorum belki de bana böyle öğretildi fakat şunun da farkındayım, ben artık kendimi çok zor ayakta tutuyorum ve en ufacık bir sallantıda gidecek durumdayım. Benim de desteğe ihtiyacım var ve bugün dönüp etrafıma baktığımda kimseyi göremiyorum.”

 “İşte cevap bu! O zaman git ve sana destek olabileceğine inandığın, sana kendini değerli hissettiren bir adam bul. Senin hayatında yeterince soru işaretleri var ve gidip hayatına bir sürü yeni soru işareti daha ekleyecek birisi ile birlikte olma.”

 Gözlerim dolu dolu olmuştu haftalardır Kubilay’da görmek istemediğim şeylerin bir anda yüzüme yüzüme vurulmasına gözyaşlarımla tepki vermiştim. Cengiz Bey elini omuzuma bir abi şefkati ile koyup “Kubilay ile olan ilişkinin fragmanı buysa filmi beğeneceğini hiç sanmıyorum. Yeterince hırpalandığın bir hayat yaşıyorsun, yaraların derin ve kendi yaralarını sarmadan başkasına merhem olmazsın” dedi.

 Cengiz Bey ile yaptığımız sohbetten hemen sonra Kubilay beni aradı ben de ona kendisi ile konuşamadığımı ve bu durumun beni rahatsız ettiğini söyledim. Onunla telefonda konuşurken aklıma bir şey gelse bile söyleyemez olduğumu, acaba yine telefonu kapatır mı? İşi var mı? Yine söylediklerime tepkisiz kalır mı? diye düşündüğümü söyledim. Fırsat bulup araya üç beş sözcük sıkıştırıp bir şeyler söylemeyi ne zaman başarsam onda da yine işinin olduğunu söyleyerek telefonu suratıma kapattığını ve bu durumun beni çok değersiz hissettirdiğini belirttim. Özür diledi ve beni anladığını söyledi ben de ona kafasını topladığında beni aramasını söyledim. Onunla son bir kez bu konuşmayı yapmak istemiştim çünkü iyi bir adam olduğuna inanıyordum ve bazen gerçek önümüzde tüm açıklığı ile duruyor olsa da sözcüklerle ifade edilmeye ihtiyaç duyar. Kubilay’la bu konuyu konuştuğum içinde mutlu olmuştum. Beni anladığını ve bundan sonra daha dikkatli olacağını düşünmüştüm. Ama ben ona bu konuşmayı yaptıktan dört saat sonra o arkadaşları ile bir araya gelmeyi tercih etmiş ve beni aramamıştı. Cinlerim tepemdeydi, dört saat boyunca bir kez olsun fırsat yaratıp beni arayamamış ama canının istediği anda başka insanlar için fırsat yaratmıştı. O zaman ben neden vardım ki? Niye vardım? Niye var olacaktım? Ben neden kendi hayatımı oturtamamışken yeni bir sorunu hayatıma alacaktım ki? Nasıl oluyordu da beni dinlemek için hiç fırsatı olmayan Kubilay arkadaşlarına üstelik yarın yanında olacağının garantisi bile olmayan arkadaşlarına saatlerini ayırabiliyordu. Herkesle saatlerce muhabbet edebilen, arkadaşlarının ve çevresinin içerisinde sürekli aranan, her fırsatta insanların sohbet etmek istediği, düşüncelerine önem verilen hatta çevresi tarafından saygı duyulan Aylin’in muhabbeti bu adamı açmıyor muydu? Ben mi salaklaşmıştım yoksa altının değerini sarraf bilir lafına mı gelmiştik?

 Zor bir hayatı olmuştu; hainlikler, vefasızlık, sağlık sorunları, yalanlar, entrikalar, haksızlığa uğramalar, kaçırılan fırsatlar, özlem ve daha bir sürü şey yaşamıştı genç ömründe ve tüm bunlara rağmen dim dik ayaktaydı karşımdaydı. Zekasını ve aklını iyi kullanabiliyor olması sayesinde tüm bu kötülüklerden alabileceği en az zararla kendisini kurtarmayı başarmıştı ve her şeye rağmen içindeki iyiliğin ölmesine izin vermemişti. Lakin tüm bu yaşadıkları hızlı düşünmesini, konsantrasyon bozukluklarını, aynı anda kafasında bin düşünce olmasını, karşısına çıkan insanları az önemsemesini, herkesi kaybetsem de ben yine ayakta kalırım özgüvenini beraberinde getirmişti ona. Evet, ben de bir insanı kaybettiğimde yoluma devam edebilirim ama kim kaybedilebilir, kim kaybedilemez diye tahlil etme yeteneğimi koruyarak yoluma devam ediyorum. Kubilay ise tahlil etme yeteneğini kaybetmiş ve etrafını umursamamaya başlamıştı. Lakin tüm bunlara karşılık hala toplumları, insanlığı seviyor ve önemsiyordu. İnanıyorum yaşadığı ülkeyi ya da dünyayı daha güzel bir yer haline getirebilecek olsa anında yapardı. Şimdilerde ise yaptığı işi iyi yaparak ve kendini geliştirmeye devam ederek dünyaya en iyi katkıyı sunabileceğinin bilincinde bunun için çabalıyor fakat yakınındaki insanları görmüyor.

 Peki, sana iyi gelecek aynı yolda senin ile birlikte yürümeye razı olan iyi insanlara bir hiç muamelesi yaparsan, çevrendeki insanları daha az önemsemeye başlarsan daha geniş kitlelere nasıl iyi geleceksin? En başında demiştim değişmeyen tek şey değişimdir diye, bizler kendimizi iyi yönde değiştirmeye başlamazsak dünya nasıl değişebilir ki?

 Kubilay’a kendisi ile konuşamadığımı söylediğim günün gecesi bana geri dönüş yapmaması üzerine saçma sapan bir bahane bulup onunla tüm iletişimimi kestim. Aslında kendime çok fazla haksızlık yapmak istemem, saçma sapan bir bahane de bile sonuna kadar haklıydım. Sabrım fazla zorlanmıştı, zekâm hafife alınmıştı ve sırça köşklerde yaşıyormuşum gibi muamele görmüştüm ve en önemlisi bana sıradana, değersiz olduğumu hissettirmişti ki bu asla tahammül edebileceğim bir şey değildi. Gerçekten Fragman buysa film ne kadar berbat olurdu bir düşünsenize. Filmin adını ne koyardım söyleyeyim mi? ‘Konuşturmayan Adam Yapmışlar’

 Kubilay, kendisi ile iletişimi kopartma kararımı anında kabullendi itiraf ediyorum bu benim daha da öfkelenmeme ve kırılmama sebep oldu ama sonunda da ne kadar isabetli bir karar vermiş olduğumu anladım. Belki bu iyi yürekli adamla yanlış zamanda yollarımız kesişti, belki başka bir zamanda, başka bir gelecekte yine karşılaşır ve güzel vakit geçirebiliriz ve ve ben belki de tüm benliğimle onu hissedebilirim o da beni ama o zaman asla şimdiki zaman değil.

 Kadınlar aslında her filmin fragmanını önceden görürler ama fragmanı beğenmeseler bile bir ümit bileti alıp filmi izlemeye giderler fakat tanıdığım hiçbir kadın yok ki böyle bir filmden memnun kalmış şekilde salondan ayrılsın.

 Fragmanı beğenmediyseniz filme gitmeyin çünkü fragmanlara filmin en güzel en çarpıcı sahneleri konulur bu değişmeyen bir pazarlama taktiğidir.


Yorumlar

Popüler Yayınlar